3 Aralık 2012 Pazartesi

SERGÜZEŞT




Selcan bir hayal kurdu ve onu adım adım hayata geçiriyor. Ama garip şekilde ondan fazla ben heyecanlıyım. Yıllardır düşlediği tasarım odaklı oluşum için kısa sürede çok yol katetti. Çiftlerin hikayelerine göre, yalnız onlar için hazırlanmış davetiye tasarlama fikriyle doğdu Sergüzeşt. Şimdi, davetiyenin yanında düğünle ilgili tüm basılı işler, partiler için konsept hazırlanması ve sunulması gibi işin organizasyon kısmıyla da yelpazesini genişleterek yola devam ediyor. (*)


İlk aldığı davetiye işinden başlayarak evin havası değişmeye başladı bile. Hayatımız Sergüzeşt oldu. Yanlış anlaşılmasın şikayetçi değilim. Keyifli günler için hazırlanan, keyifli tasarımlar doğası gereği her insanı içine çekiyor. Her gün başka heyecan var evde. Duru'ya bile yansıyor. Davetiyelerin basıldığı gün halimiz evlenecek çiftle yarışır... 

Sonrasında ilk babyshower organizasyonu ile zevkimiz katlanıyor. Duru'yu beklediğimiz, Selcan'ın boynunda "Mom to be" yazısıyla bizleri güldürdüğü günler aklımıza geliyor.            

Her yazı Duru için olacak değil ya. Bu yazı güzel annemiz için... 

Següzeşt de senin yaptığın her şey gibi kusursuz, çok renkli ve hayat dolu olacaktır. Bize her gün bu tatlı heyecanı yaşattığın için teşekkür ederiz.   

İyi ki varsın!

İmza : 1Çocuk1bebek
         

13 Kasım 2012 Salı

Bebeğimizin Kişisel Hakları

Duru hakkında yazmaya ve fotoğraflarını koymaya korkar oldum bloga. Bizim gibi işin ticari tarafına ilişmeden bu mecrayı kullanan bloggerlar teker teker bloglarını kapatıyor ya da eski yazılarını toptan siliyor. En son YavruSu'nun annesi Evren'de sessiz sedasız çekildi bu alemden ve o çok keyifli yazılarının tadı damağımızda kaldı.

Çocuklarımızın izinleri olmadan onlarla ilgili yazı ve fotoğrafları paylaşmak ne kadar doğru, hep aklımıza takılan bir konuydu. Hatta bu nedenle sözde güvenlik önlemlerine rağmen fazlasıyla destursuz ulaşıma sahip Facebook'ta Duru ile ilgili hiç paylaşım yapmadık.

2Ç1B'in çıkış noktası gelecekte kızımızla paylaşmak isteyeceğimiz anıları bir yere kaydetmekti. Kimi zaman başka bloglardan etkilenip bu sınırların dışına taştık ama bu isteğimizden hiç vazgeçmedik. Umarım bu yazıları bir gün kuzumuzla birlikte okuyabiliriz ve o da okurken bizim yazarken aldığımız keyfi alır.

 

         

7 Kasım 2012 Çarşamba

İlk Saç Kesimi

Benim muhalefetim yüzünden dünyayı uzun süredir saçları arkasından izleyen kızım, annesinin müdahalesiyle bu zulümden kurtuldu... Benim kadar kendi suçu da mevcut, çünkü bir toka takımı kadar Selcan'nın ya da Zema'nın önünde sabit durabilseydi, veya zar zor taktıkları tokayı bir saniye kadar sonra çekip çıkarmasaydı makastan uzun süre daha uzak kalabilecekti. O tepedeki tek toka öyle de tatlı duruyordu ki sıpamda, Çakıl Çakmaktaş'ın İstanbul şubesi gibi geziyordu ortalıkta. 

Ama şimdi de bir kahkülleri var, ayrı bir hayranım kendisine :) Zaten kuzuma en çok benim nazarım değiyor sanırım, iyi bir şey söylemeye korkar oldum iyice...   

5 Eylül 2012 Çarşamba

Keep walking!


Bebeklerin mizaçları daha doğumdan sonra kendini göstermeye başlıyor bence. Karakterinin sinyallerini ilk günden veriyor. Hep hareketli bir çocuktu Duru. Sessiz ve sakin uzun süre durduğunu veya 45 dakikadan fazla gün içinde uyuduğunu bilmem hiç. Geçen gün 2 aylık bebeği olan bir arkadaşımla yemeğe çıktık minik kuzusu 2 saat boyunca mık etmeden uyudu pusette yanımızda. Ben kız için panik olmuştum nasıl olucak, rahat edecek mi diye, yersizmiş anladım:)

Ben seviyorum Duru’nun durmak bilmeyen halini ve enerjisini! “Durmayan Duru” ismi dost meclisinde.  Hal böyle olunca ne zaman yürümeye başlayacağı merak konusuydu bizim için. Yaşını karşılar mı acaba derken doğum gününün hemen ertesinde 20 Ağustos’ta bayram sebebiyle çıktığımız Bodrum tatilinde elleri bıraktık bırakış o bırakış! Her başarılı yürüme performansı sonrası kendini alkışlıyordu bol bol. Düşüp kalkmalarımız, mini mini kazalarımız olsa da nispeten kolay atlattık bu süreci. Şu anda kumanda kendisinde.  Dilediği yere bize ihtiyaç duymadan istediği anda gidiyor ki yok Duru’dan mutlusu artık!

Geçtiğimiz 1 sene bana önyargılarımdan arınmayı öğretti. Emeklemesi geç oldu yürümesi de gecikir diye düşünürken hızlı bir atakla şaşırttı bizi kuzum. Yürümeyen, konuşmayan, emzik bırakmayan çocuk yok zamanı gelince hepsi oluyor kimi daha önce kimi daha sonra. O yüzden kafaya takmamak, önyargılı olmamak lazım. Bu konuda eğitti beni kuzum.

Sen, 20 Ağustos’ta yürümeye başladın.

Biz, hayatımız boyunca hep senin yanında yürüyeceğiz.

3 Eylül 2012 Pazartesi

Allerjik Aile


Ben Romanya’da çalışıyorum 5 sene kadar önce. Selcan skype’ta konuşurken “benim dudağım şişiyor sanırım” yazmıştı birden. Ece ve Barış’ın anlattığı kadarıyla o akşam hastaneye gittiklerinde Hitch’teki Will Smith’in yüzü gibi şişmiş Selcan’ın yüzü. Ben de 25 yaşına kadar allerji nedir pek bilmezdim. İstanbul’da bir bahar günü havada uçan tozları hayran hayran izlerken onların benim için yaptıkları hain planlardan haberim yoktu. O gün bu gündür herkesin en sevdiği kapkara yağmurlu günlerden sonra gelen eşsiz bahar günleri benim için kabus olmuştur.

Konuştuğumuz doktorlarda bebeklerde allerjiyi genetik olarak tanımlıyordu. Yani bizim gibi bir çiftten allerjik olmayan bir bebek dünyaya gelmesi biraz zordu. Duru yaklaşık 3 aylık olmuş, kolik atakları kaybolmaya yüz tutmuş ve nispeten rahatlamıştık. Sonra vücudunda giderek yayılan kızarıklıklar ve döküntüler farketmeye başladık. Öncelikle bir kan testi yapıldı. İlk bakılan şey süt allerjisiydi ama testte çıkmadı. Ama işin kötü tarafı testte çıkmaması süt allerjisi ihtimalini tamamen kaldırmıyordu masadan. Konulan teşhis “Atopik Dermatit”. Daha çok bebeklerde görülen bir çeşit egzama. Vücudun sürekli nemlendirilmesi gerektiği, banyo sayılarını azaltmamızın faydası olacağı gibi uyarılar geldi. 

Döküntüler kontrol altına alınmıştı ama tamamen de geçmiyordu. 6. ayı doldurduktan sonra Aptamile başlattı bize doktorumuz. İşte o zaman döküntüler neredeyse yara haline geldi. Doktorumuz 3-4 gün kadar çok yüzeysel olarak kortizonlu krem kullanacağız, merak etmeyin 5 güne kadar kana karışmaz dedi. Kullanmazsak ve allerjisi ilerlerse ileride astıma çevirebilceğini söyledi. Çok gönülsüz ve moralimiz bozuk olarak kullandık kremi 3 gün ve neyse ki toparlandı. Ama biz artık daha fazla önlem almamız gerektiğine karar verdik ve bebeklerde allerji ve beslenme uzmanı bir profesörün kapısını çaldık. Doktor o dönemde sıklıkla karşılaştığımız kabızlığı da diğer belirtilerin yanına koydu ve Duru için “çoklu besin allerjisi” tanısı koydu. Elimize uzun bir liste verdi:

   
  1.    Duru’nun maması allerjik bebekler için özel üretilen Neocate ile değiştirildi. Geri kalanlar Selcan’ın yasaklı listesi
  2.    Her tür süt ürünü
  3.    Çiğ domates
  4.    Yumurta beyazı
  5.    Fındık – fıstık
  6.    Susam, tahin (Süt arttırıcı olarak Selcan’a hergün susamlı krokan, tahin-pekmez yediriyorduk)
  7.    Turunçgiller
  8.    Çilek – böğürtlen gibi meyveler ve bunların reçelleri (o zaman kullandığımız süt arttırıcı hamile çayı ve Duru’nun kabızlığı için kullandığımız Biogaia damla böğürtlen aromalı olduğu için yasaklandı) 


Duru ile ilgili en büyük problem Aptamil gibi tadına bayıldığı bir mamayı bırakıp, bebeklerin çoğunun nefret ettiği Neocate’e geçmek oldu. İlk olarak içine biraz pekmez karıştırdık ama banamısın demedi, vinç gelse ağzını açamayacak haldeydik. Sonra Starbucks’tan vanilya şurubu aldık ve mama kabusu sona erdi.

Asıl eziyet annesineydi. Diğer öğünler hadi neyse, kahvaltılarda sevdiği herşeyden vazgeçmek zorunda kaldı aylarca. 9-10 ay gibi bir gün keçi peyniri, bir gün domates gibi ufak denemelerle normale dönmeye başladı. Hala %100 sınırsız davranamıyor. İnek sütüne hiç başlamadı mesela. Duru’ya da henüz ne inek ne keçi sütü ürünleri veremiyoruz. Bu günlerde yumurta beyazına ve birkaç hafta içinde balık etine başlayacağız.

Diğer blogcu annelerin yazılarındaki “şu yoğurt makinesi çok güzel”; “ben kendi yoğurdumu kendim yapıyorum” gibi yazıları şimdilik imrenerek okuyoruz. Annesinin içinde ceviz kırıntıları olan bir dilim ekmek yediği bir gün Duru’nun tüm vücudunda yarım saatte çıkan döküntüleri hatırlayıp bu halimize de şükrediyoruz.

2 Eylül 2012 Pazar

Sokakta Oyun Oynayacaklar Elime Mum Diksin


Duru her akşamüzeri ‘mahalle arkadaşları’yla buluşuyor. Her gün aynı saatlerde bakıcıları ya da anneleri-anneanneleriyle bir grup bebek ağaçların altında toplanıyor, yerlere örtüler seriliyor ve hepsinin oyuncakları ortaya bırakılıyor. Evde hiç ilgilenilmeyen bir oyuncak başka bir bebeğin elinde altın değerine geliyor, biberonlar birbirinin elinden çekiştiriliyor, işten gelen anne-babayla diğer arkadaşlara hava atılıyor… Birlikte büyüyen minik bir çete onlar. Keşke hiç dağılmasalar, hatta daha da artsa sayıları. Günü geldiğinde bisikletlerinden sökülen her yardımcı teker için bütün komşular onları alkışlasak.

Bunların haricinde en büyük hayalim onlara oyunlar öğretmek işte benim. O yüzden oturdum eski oyunlarımızın kurallarını hatırlamak için google başına. Okudukça sizde eğlenirsiniz sanırım. Bakalım bizimkilerin kafalarını i-pad’lerinden kaldırmayı başarabilecekmiyiz…
  
7 KİREMİT
Sayısı katılımcılarla belirlenen 2 gruptan 1. yaklaşık 5'er cm’lik 7 tane kiremit parçasını küçük bir daire içinde üstüste dizmesiyle oyunun ilk aşaması tamamlanır. 2. grup ise bu çember icinde üstüste dizilmiş olan 7 kiremit parçasına belirli bir uzaklıkta bulunan çizgi arkasından bir top ile vurmaya çalışırlar. 2. grup elemanları eğer kiremitleri düzenini bozmayı yani üstüste duran kiremitleri çember dışına taşırmadan düşürmeyi başarırlarsa hemen dağılırlar çünkü 1. grup elemanları topu tutan ilk adamla, 2. grup elemanlarını topla şişlemeye calışırlar. 1. grup elemanları da dağılan 2. grup elemanlarına yakın olurlar ve birbirlerinden mümkün olduğunca ayrık dururlar ki topla paslaşabilirler ve ayrık duran 2. grup elemanlarını gafil avlayabilirler. Ortam bu durumda tam bir kaostur. 2. gruptan şişlenen adam elenir ve yeni oyun için bekler. Kiremitlerden uzaklaşan 1. grup elemanlarının bu pozisyonunu şans bilen 2. grup elemanları hemen kiremitleri oyun başındaki gibi üstüste dizmeye calışırlar. Eğer 2. grup elemanları kiremitleri dizerlerse onlar kazanır ya da 1. grup elemanları top ile bütün 2. gruptakileri vururlarsa 1. grup kazanır bu kez yer değişirler.
KÖŞE KAPMACA
Genellikle sokakta oynanır. Çünkü sokaklar, oyuncuların kendilerine köşe olarak tutmaları gereken bina kapıları, iki ağaç ya da pencere arası gibi yerler açısından daha zengindir. Köşe Kapmaca az sayıda kişiyle oynanır. Ebe diğer oyunculara göre ortada bir yerde durur. Oyuncular ebeye yakalanmadan, birbirleriyle köşeleri sürekli değiştirmeye çalışırlar. Bu değiştirme sırasında ebeye yakalanan oyuncu köşesini kaybeder ve kendisi ebe olur. Oyuncular, sözde yer değiştiriyormuş gibi hareket edip ebeyi yanıltabilir. 
YAKARTOP:
İki grup seçilir ve bir grup ortaya diğer grubun oyuncuları ortadaki oyuncuların arkasına ve önüne geçer.Diğer grup ortadaki grubu topla vurmaya çalışır.Eğer ortadaki oyuncu topu havada tutarsa 1 can kazanır. Eğer bir kişi kalırsa o kişi 12 kez top atıldığı halde vurulmazsa oyun yeniden başlar.Ortadaki gruptaki oyunculardan hepsi vurulursa sıra diğer gruba geçer.   
İSTOP:
Bir ebe seçilir ve bir oyuncu topu diker ve ebe topu almaya çalışır. Aldığı an "İstop" der. Sonra bir renk söyler ve diğer oyuncular o söylediği rengi bulup deymeye çalışır. Ebe de onları topla vurmaya çalışır.Eğer biri vurulursa o kişi topu alır ve topu dikerek bir oyuncunun ismini söyler. O oyuncu koşarak topu alır ve "İstop" der.Oyun böylece sürer.
KALE BASMACA:
Bu oyunda iki kale seçiliyor ve iki grup oluyor. Her iki gruptaki oyuncular kendi grubuna ait kalesine gider. Her grubun oyuncuları rakibin kalesini basmalıdır. Kalesinden çıkan kişi rakibinin oyuncusundan birinden sonra çıktıysa onu yakalayabilir. Eğer ondan önce çıkmışsa ona yakalanmamaya çalışır. Eğer yakalanırsa o oyuncu esir alınır ve yakalanan kişi rakibinin kalesinin önünde elini öne doğru uzatıp avuç içini gökyüzüne doğru açık gösterir. Eğer grup arkadaşlarından biri eline değerse kurtulur ve oradan kaçıp kendi kalesine doğru gidebilir veya bir kurnazlık yapıp, kurtulduğu an hemen kaleyi basar.
YAĞ SATARIM:
Bir ebe seçilir ve diğer oyuncular çember oluşturur. Ebe bir mendil alır ve o mendili, çember oluşturan oyunculardan birinin arkasına koyar. O arkasında mendil olan oyuncu mendili eline alıp ebeyi yakalamaya çalışır. Ebe de arkasına mendil koyduğu oyuncunun yerine geçmeye çalışır.
MENDİL KAPMACA:
Ortada mendili tutacak biri seçilir. Sonra çocuklar aldım verdim ben seni yendim oyunuyla iki gruba ayrılırlar. Çizgilerden çıkış yapan çocuklar arasında mendili yakalayamayan, medili yakalayanı ebelemeye çalışır. Mendili yakalayan oyuncu kendi grubunun yanına doğru koşar. Eğer yakalanırsa 1-0 mendili yakalayanı ebeleyen kişinin grubu yener. Eğer oyuncuyu yakalayamazsa 1-0 mendili yakalayan yener.
BEZİRGANBAŞI:
Bezirganbaşı tekerlemesi ile ebe seçilir. Oyuncular seçilen 2 ebe'nin kolları altından tekerleme eşliğinde geçerler. Başta verilen isimleri bilemeyenler ebelerin arkalarına geçerler ve 2 farklı takım oluşturulur. Ardından ortaya bir çizgi çizilir ve 2 takım çizinin gerisine ip ile kim düşecek çekişmesi yapar.
YATTI KALKTI:
En az 6 kişi ile oynanan bu oyunda 1 cezacı vardır. Çocukların hepsi birer birer bir meyva ismi alırlar ve bunu birbirlerine söylerler. Dairede bağdaş kuran çocuklar diğer meyva isimli arkadaşının ismini söylerken yatıp kalkarlar bu şekilde hızlı olarak gelişen oyun ismi şaşıranın yanağının cezacı tarafından boyayla boyanması duraklar, sonunda en az boyanmış oyunu kazanır.
KÖREBE
Bir ebe seçilir ve bu ebenin gözleri bağlanıp, eline el yordamı verilir. El yordamıyla diğer oyunculara deyip deydiği oyuncuyu ebe yapmaktır. Yalnız oyuncular ben buradayım, ben şuradayım gibi sözler söylesin ki ebe onu gözleri kapalıyken kolayca bulsun.

31 Ağustos 2012 Cuma

Evde Güvenlik Önlemleri


Hani Matrix’in başında Neo’yu hazırlarlarken bir cd koyarlar ve bir gün içinde kung-fu, jiu jitsu, uzun mesafe atlamalar gibi bir sürü şeyi makine gibi öğrenir. Biraz onu hatırlatıyor halimiz. Yattığı yerde oyuncağına yuvarlanarak ulaşan tombiğimiz, bir akşam bir de bakıyoruz komando şeklinde sürünerek bütün evi dolanıyor; birkaç gün sonra yatağının parmaklıklarına tutunup kendi kendine ayağa kalkıyor ve kendisini alkışlamaya başlıyor. Bir sabah evden işe giderken bana birden el sallamaya başlıyor, ertesi gün eliyle öpücük gönderiyor... Elimizden geldiğince onu doyurmaya çalışıyoruz yeniliklerle.

Bir yandan da beklenen “güvenlik” günlerinin kapıyı çalması demek oluyor kızımızın hareketlenmesi. Sıralamaya, hatta şimdi yürümeye başladığı yerlerin etrafındaki sivri köşeli mobilyaların kalkması, eliyle yetişebileceği yüksekliklerdeki ağır ve tehlikeli eşyaların yükseklere taşınma vakti geldi. Öncelikle Ikea’dan priz kapakları alarak başladık önlemlere. Koltuğun arkasındaki ağır ciltli kitapları kaldırdık, orta sehpamızla vedalaştık.

Bizim evin en büyük sorunlarından biri de evde neredeyse hiç halı yok. Her yer ya taş ya da parke. Duru’yu bırakabileceğimiz yumuşak bir zemin düşündük uzun süre. İlk önce Joker’de satılan üzeri puzzle’lı 30*30 parçalardan oluşan bir mat aldık. Yürümeyi öğrenme döneminde düşüşleri yavaşlatması ve yerden gelen soğuğu kesmesi açısından, bir de en önemlisi temizlik kolaylığı açısından mat süper bir çözümdü. Ama küçücük parçalardan oluşan bu puzzle’ı Duru’nun farketmesi uzun sürmedi ve Duru bozsun, anne-baba yapsın sistemi bizi yorana kadar devam etti. En sonunda internette bu matların 50*50 boyutunda tek parça satılanlarını bulduk. http://ayegitimaraclari.com/12mm-ic-zemin-korosu-yer-dosemesi

Ev içinde ne kadar önlem alırsanız alın bebeğinizi yalnız bırakmaya korkuyorsunuz. Kendi kendine oyun oynadığı kısacık zaman dilimlerinde de başında gardiyan gibi beklemekten hoşlanmadığımız için ve kendi acil ihtiyaçlarımızda güvenebileceğimiz bir alan yaratmak için yeniden arayışa geçtik. En sonunda Pilsan’ın ürettiği plastik çitlerde karar kıldık. http://www.e-bebek.com/bahce_oyuncaklari/pilsan/pilsan_oyun_alani_ve_cit/PIL-12581 

Aldığımız mat ve çitlerle şimdi kuzumuzun odasında tam da istediğimiz gibi bir oyun parkımız oldu. Tabi ki özgür kız Duru içinde en fazla on dakika sakin oturuyor ama inanın bu on dakika her şeye değiyor.




Açıp kapatmayı keşfettiği tehlikeli olabilecek çekmeceleri Ikea’dan aldığımız kilit sistemiyle sabitleyerek ve mobilyaların sivri köşelerine yine Ikea’dan aldığımız koruyucuları yapıştırarak şimdilik güvenlik açıklarımızı kapattığımızı umuyoruz.

1.Yaş Günüsü


O ne yanan mumlarla, ne de onun için söylenen doğum günü şarkılarıyla ilgileniyor. Pastasının üzerindeki bu nokta burunlu kızın kendisi, yanında oturanın da en yakın arkadaşı Miyyavv olduğunu anlamıyor sanırım ama yine de heyecanlı sürekli alkış yapıyor. Beyaz elbisesiyle kırmızı-mavi süslerin içinde parlıyor!


Bu senelik onun dileğini de biz tuttuk. “Hayatın dupduru, mutlu günlerle dolu olsun birtanem.”

  

17 Ağustos 2012 Cuma

Bloğumuzu Özledik…



Duru doğduğundan beri arayı bu kadar açmamıştık bloğumuzda. Unutmaktan, vazgeçmekten, hevesini almaktan yazmamak değil bizimki. Kuzu ile ilgili herşey o kadar keyifli ve hızlı ilerliyor ki, anlatırken birşeyleri atlamak veya hissettiklerimizi yazıya dökememek telaşımız.

Öncelikle neredeyse 5-6. aylardan beri sürekli akan salyalarından ve eline aldığı her nesneyi ağzına götürmesinden dolayı erken beklediğimiz dişleri bizi neredeyse 10. aya kadar bekletti. Sonra öyle bir hale geldi ki hızlarına yetişemez olduk. Şimdi altta 2, üstte 4 (6 bile olabilir, dedim ya yetişemiyoruz) dişi var Duru’nun. Bu süreçte tabi sıkıntılı, hafif ateşli günleri oldu ama çevremizde duyduklarımız kadar zor geçirmedik bu dönemi. Bence diş meselesinde en can sıkıcı durum; her huzursuzlukta ve ateşte diş çıkarmanın da bir alternatif olarak anne-babanın kafasını karıştırması. Kuzu üşüttü mü, virütik bir problem mi var gibi seçeneklerin yanında hep bu konununda akla gelmesi kötü bir şey. Doktorumuzdan öğrendiğimiz diş çıkarma en fazla 38 dereceye kadar ateş yaparmış. Bu bile en azından bir eleme kriteri, bilmekte fayda var…

Başka bizi biraz merakta bırakan konu emekleme mevzusu olmuştu bu dönemde. Durucuk 9 aylık olmuştu ama ulaşım yöntemi olarak yuvarlanmayı tercih ediyordu. Emekleme pozisyonu aldığında da geri vites kusursuz çalışmasına rağmen ileri en ufak bir hamle bile yapmıyordu. Biraz araştırınca emeklemenin bebek gelişiminde zorunlu bir basamak olmadığını ve bazı bebeklerin emeklemeden yürümeye başlayabileceklerini görüp biraz sakinleştik. Ama ne olursa olsun insan elinde olmadan istiyor bebeğinin emeklediğini görmeyi. Aynı günlerde Selcan daha önce araştırdığımız Gymboree’nin deneme dersine götürdü Duru’yu. Kuzucuk başka miniklerle bir arada öyle keyifliymiş ki o gün kaydını yaptırmış annesi. Gymboree Duru’nun hareketlenmesinde büyük ivme sağladı. Emekleme denemese de komando sürünüşüyle bütün evi katetmeye, arkasından sıralamaya başladı. Şu an hala kendi başına yürüyemiyor ama eli kulağında gibi… Minik elleriyle parmağımızı tutup site içinde turlamaya başladık bile.

Eve kurdurduğumuz güvenlik kameralarımız, Duru’nun odasına hazırladığımız mini oyun parkımız ve hepsinden önemlisi kızımızının ilk yaşgünü sonraki yazıların konuları olsun. Yarın kuzucuğu alıp Bodrum’a ilk ailece tatilimize gidiyoruz. Dönünce arayı açmayız…   

29 Haziran 2012 Cuma

Karpuz Top, Nereye Saklanırsan Saklan Bulacağız Seni


Sevmiyorum ben süper-hiper-mega marketleri. Şişesi 250 TL şampanyanın beş metre ötesinde çocuk bezi, onun 2 reyon yanında yazlık bahçe mobilyası, kasanın yanında indirimde ufo ısıtıcı ve kornet dondurmaları yanyana görünce devrelerim yanıyor benim. Çocukluğumun anneme babama selam gönderen bakkalını; eriği, kirazı kesekağıdına koyan manavını; kendi dayattıkları ölçülerle değil benim gram gram tarif ettiğim fıstığı bol, fındığı, leblebisi az karışık çerezi hazırlayan çerezciyi; “bebeğe köftelik kıyma alacağım” dendiğinde eli kendiliğinden kuzu etine uzananan kasabı özlüyorum hep.
            
Hem o bakkalın dışındaki parmaklıklara asılmış kocaman bir file rengarenk plastik top olurdu. İşte o toplardan arıyorum ben kaç gündür. Biliyorum var hala onlardan. Kızımın oyun arkadaşlarından birinin elinde gördük. Hatta karpuz şeklinde boyanmıştı. Geçen gün onu kanguruya takıp alış veriş yaparken (o kadar satır yazdıktan sonra utanarak söylüyorum, bahsettiğim yer bir süpermarket) karpuz seçmek için reyonda karpuzlarla perküsyon çalarak en iyi “la” sesi vereni arıyorum. Her geçtiğim karpuzda bizimki elinden topu alınmış gibi mahzunlaşıyor. En sonunda birinde karar kıldım. Karpuzu kaldırdığım gibi kuzu çıldırdı mutluluktan. Zaten ona değmesin diye yarım metre uzaktan zar zor kaldırdığım karpuza sarıldı 2 kol 2 bacak, alış veriş arabasına nasıl attım bilemedim. O gün karar verdim bu karpuz şeklindeki plastik toplardan almaya kızıma. Ama ara ki bulasın. Üstü Caillou ya da Winnie the Pooh resimlilerden çok var. Bana karpuzlu lazım. Annemiz de beğendi onları. Ailecek karpuz top arıyoruz. Bulan veya yerini bilen varsa lütfen bize haber versin…

19 Haziran 2012 Salı

Evi Savaş Alanına Çevirme Sanatı


Yeni evliyken büyük bir mücadele veriliyor eski ve yeni arasında. Onlarca vazo, fotoğraf çerçevesi, tanımlanamaz süs eşyası, dekorasyon mağazasının içinde çok şık dururken eve girdiği an bir türlü ısınamadığınız objeler, yapma çiçekler, örtüler, kırlentler, her ortanın üstü gelire sahip Türk evinde bulundurulması zorunlu işlemeli gümüş duvar aynası… aynı anda saldırıya geçiyor evinize doğru. Bizim gibi zaten bu eşyaların içinde büyüdüyseniz, aralarında en ‘genç işi’ görünen bir iki parçasını seçip geri kalanını “belki bir gün moda olur” düşüncesiyle çekmecelere gizliyorsunuz. Yıllardır hayalini kurduğunuz az ama öz eşyalı derli toplu evinizde güle güle oturabilirsiniz.

Bir yıl sonra… Salondaki düğün fotoğrafının olduğu sedef çerçevenin bir yanında dev bir penguen, diğer yanında her odada birer tane bulunan ‘alt değiştirme istasyonu temel ihtiyaçları sepeti’. Haftalarca içimize sineni bulmak için mobilyacıları talan ettiğimiz konsolun yanında parkyatak… Ama yanlış anlaşılmasın evimiz temiz, toplu ve düzenli bu haliyle. Ta ki her hangi bir Pazar sabahı Durucuk ve babası aynı anda uyanana dek…

‘Yataktan kalkan üşür’ düsturuyla büyütülmüş baba, kızına giydirmek için bir yelek ararken dolaptan kararsızlıkta kalıp 4-5 farklı kıyafet çıkararak güne başlar. Alt değiştirmeden sonra ortalıkta kalan atıkları toplamak vakit kaybı olarak görülür, ne de olsa "kuzu sıkılabilir". Yerde oynadığı oyun matının çevresine emniyet için evin her yerinden yastıklar taşınır ve her beş dakikada bir çekmecesinden farklı bir oyuncak çıkarıp sıkılmasını önlemeye çalışılır. Henüz annecik uyanmadıysa Duru’nun sabah kahvaltısı ellerinden öper. Maması hazırlarken önüne konulan beş-altı oyuncak, uç kısımları kemirilmiş dört adet çeyrek salatalık kuzu tarafından homojen olarak mutfağın zeminine özenle saçılır.Selcan kalkınca “hadi çok geç olmadan kahvaltıya çıkalım” bahanesiyle evi fazla toplamasına izin verilmeden apar topar giyinip hızla evden çıkarılır.

Akşama doğru eve gelindiğinde minnak sıkılmasın diye oyuncak çekmecelerinden çıkarılmamış oyuncak kaldıysa onlar da çıkartılır. Banyo için kullanılan küvet, kova, alt değiştirme yeri, şampuan, banyo oyuncaklarını toplamak yerine bu banyo bir geceliğine kullanıma kapatılır ve akşam yemek sofrası toplama işi mutfaktaki sesler Duru’yu uyandırabilir gerekçesiyle Pazartesiye ertelenir.

‘Pazartesi sendromu’ tanımı, bizim evde Pazartesi uyanınca karşılaşılan manzaranın yarattığı psikolojik çöküntüden çıkmıştır…

31 Mayıs 2012 Perşembe

Konu Gündemden Açılmışken


“Insanity is doing the same thing, over and over again, but expecting different results.”

Pazar günleri “hava çok güzel hadi sahile gidelim” derseniz günün yarısı trafikte geçer.Çöp poşeti olarak Migros poşeti kullanmaya devam ederseniz, çöp suları kovanın içine akar çünkü Migros, 3 parça alışveriş için 4 poşet kullanıldığını farkettiğinden beri poşetlerde delik bırakmaya başladı.Her Mayıs’ta ilk gördüğün güneşe kanıp ceketini evde bırakarak dışarı çıkarsan “ben de her yıl bu zamanlar hasta olurum” demen normaldir.Bebeğini akşam 8’de uyutup kendin gece 1’de yatarsan, “Duru sabahın köründe uyandı, uykusuzluktan gözümü açamıyorum” dersin. (Halbuki kuzu 06.30 gibi gayet makul bir saatte uyanmıştır)Bunlar işin biraz esprili kısmı ama bazen gerçekten hayati konularda hepimiz bu girdaba giriyoruz. Bazen kendimize bazen en sevdiklerimize zarar verebiliyoruz ısrarımızla. Bir an durup “farklı ne yapabilirim” diye düşünmediğimiz için, “hızlı yaşam” içinde sadece kendi ‘temel’ sorumluluklarımızı arayıp, bulup bunları yerine getirince böbürlendiğimiz için yaşamı değiştirebilme potansiyelimizin farkında bile değiliz.

Bu konunun en güzel örneğini babam yaşatmıştı bana. Üniversitenin son yılına geldiğimde alttan verdiğim derslerin sayısı vermediklerimden daha az durumdaydı. Okuldaki herkes 7 seneyi doldurup okuldan atılmama kesin gözüyle bakmaya başlamıştı bile. Annem ve babam o yaşına gelmiş adama “ders çalış” demekağırlarına gittiği halde elden ne gelir düşüncesiyle kırmadan konuşmaya çalışıyorlardı benimle. Yavaş yavaş üslupları sertleşmeye başladı, ama genelde olduğu gibi bende de ters tepti bu tutum. Babam son gelişinde oldukça sakin, sevecen “Madem ders çalışmıyorsun, bari tadını çıkarıyor musun hayatın?, Rafting yapmaya gittin mi, ya da her hangi bir kampa? Yurtdışı gezileri de hiç planlamadın arkadaşlarınla…” dediği anda en derin uykunun ortasında buz gibi suyu çarpmış oldu suratıma. Bu konuşmadan 1,5 yıl sonra mezun olduğumda hayatımı değiştiren dönüm noktasını bana yaşattığınınfarkında değildi. Basit bir uyarıyı farklı sözcükler seçerek yapmıştı sadece. Oysa “ben baba olarak sorumluluklarımı yaptım” diye geri çekilebilirdi ve benim hayatım çok farklı noktada olurdu bugün.

“Hayatı değiştirebilme potansiyelimiz” yazınca abarttığımı sanmıyorum. Sadece sorumluluklarımızın sınırlarını biraz genişletmek gerektiğine inanıyorum. Evde sadece çocuğumuzun sağlıklı olmasından, iyi beslenmesinden ve iyi eğitim almasından sorumlu olamayız ebeveyn olarak. Önce kendimiz mutlu olmalıyız o dört duvar arasında. Sonra evliliğimizin mutluluğu için çabalamalıyız. Üçüncü sırasında çocuğumuzu mutlu etmek olmalı önceliklerimizin.Mutsuz bir ülkede mutlu bir aile olur mu peki? Olur ama kısa süreli olur. Çünkü kötü şeyler hep başkalarının başına gelmez. Gün gelir yanlışlıkla atılan bir bomba senin kafana düşer ve kimse özür dilemediği gibi ‘başka partiye oy vermiş, ona müstahak’ diyebilirler arkandan.Kürtajın yasaklandığı ülkenizde tecavüze uğrayan bir kadın devlete bırakmak istemediği bebeğini kapınıza bırakıp kaçabilir ve biraz vicdanınız varsa suçluluk duymaya başlarsınız mutluluğunuzdan.Bir şey oldu ve mutlu bir ülke olduk birden… ‘Çivisi çıkmış dünya’da mutlu ülke olur mu? Üzgünüm ama yine aynı cevap... Çünkü sadece filmlerde gördüğümüz, yalnızca okyanusun öte yanında olur sandığımız hortumlar gün gelir İstanbul’u başımıza yıkar bir saat içinde. Ege’nin diğer yanı açken, İzmir’deki eski dostlarının da boğazından geçmez hiçbir yemek. Tabi sonradan kaleyi fethetmek için buraya yerleştirilen insanlardan bahsetmiyorum, çünkü onların lügatında da ‘müstahak’ sözcüğü ön sıralarda gelir. Tüm komşularına sırtını dönüp kırk yıllık Esad’a Esed dersen, tavsiye üzerine doğurduğun 3 çocuğun da bayramda Amerika’ya tatile gider; sen Starbucks’tan aldığın Turkish Coffee’yi tek başına içersin çok mutlu evinde.

Sorumluluklarımızın sınırlarını genişletmek… Bunu yapan insanlar iz bırakıyorlar dünyada. En çok da onlardan korkuyor ‘organize cehalet’. Türkan Saylan’dan korktukları gibi… Ama cehalet geniş bir kavram. Bu gün herkesin birbiriyle paylaştığı yazısında Ayşe Arman ‘… iyi şeyler yaptıklarında destekledim… yollar tünneller…’ yazmış, ama kürtaj yasağı gündeme gelince artık muhalefet olduğuna karar vermiş. Cehalet insanların ekonomik düzeyine göre şekilleniyor sanırım. Pilav üstü dönerle başlıyor, kömürle devam ediyor, buzdolabı kesmezse evinizin önüne üst geçit yapıyor. ‘Herkesin bir fiyatı vardır’ repliği filmlerden çıkıp hayatımıza giriyor. Sen çok kızınca vazgeçebiliyorsun belki duble yoldan ama işsiz kalmış baba vazgeçemiyor kömürden.

Bildiğim tek şey, ne yapıyorsak şimdiye kadar bir işe yaramıyor. Yılmaz Özdil’in, Bekir Coşkun’un yazılarını Facebook’ta paylaşmaya bayılıyoruz yıllardır ama hiçbir şey değişmedi. Oyumuzuda pek içimize sinmesede muhalefete verdik yine olmadı. ‘Cumhurbaşkanlığı koltuğu bu işin son noktası, harekete geçelim’ dendi. Cumhuriyet Yürüyüşlerine binlerce insan katıldı, ama o koltukta gitti. Okuduk, paylaştık, oy verdik, yürüdük… Başka elden ne gelir? Demek ki başka bir şey yapmak, durup biraz düşünüp bunlardan başka ne yapılabilir diye kafa yormak lazım. Sadece yeni bir tane fikir, bir asırdır söylene geleni söyleyecek yeni kelimeler bulmak lazım…

28 Mayıs 2012 Pazartesi

İlkokul için 5,5 çok erken!


Uzun zamandır gelişmeleri endişe ile takip ediyoruz. Duru henüz 10 aylık ama o derece hızlı geçiyor ki zaman bir bakmışız okul yaşı gelmiş bile. Okullar bile yeni sistemden bi'haberler, yeni yeni detaylar ulaştıkça velileri bilgilendiriyorlar. Kesin olan şu ki 30 Eylül itibariyle 66 ayını doldurmuş tüm çocuklar ilkokula başlamak zorunda bırakılıyorlar yeni sisteme göre. Fiziksel olarak hazır görünselerde acaba duygusal olarak hazırlar mı

Ben çocuğumun 5,5 yaşında ilkokul sıralarında ilerde ister istemez el mahkum ögreneceği bilgilerle beyninin doldurulmasını istemiyorum. 3 yaşındaki çocuklara 1,5 saat mülakat yapıp sonra da çarpmayı öğretmemişsiniz yalnız bu konuda kendini geliştirmesi lazım diyen havalı kollejler mi yoksa sistemin çarkına çocuğunu erkenden atan veliler mi daha hatalı? Bu da işin diğer bir kısmı.

Canım dostum Bahar anlatmıştı bir keresinde; Almanya'da onlarla beraber yaşayan bir arkadaşlarının lise çağında bir çocukları vardı. Çocuk yaptığı hiçbirşeyden zevk almıyordu ve aile onun için endişeliydi. Yanlış anlamayın gelecekte ne olacak endişesi değil bu hayattaki o andan ve gelecekteki anlardan zevk alamaması endişesi. Sonunda çocuk okuldaki derslerden birinde ekmek yapmayı ögrenmiş ve bir ekmek fırınında staj yapmaya başlamıştı. O kadar büyük bir zevk alıyordu ki bu işten normalde yataktan sürünerek kalkan daha doğrusu kaldırılan çocuk sabah kör karanlıkta fırını açıp ateşi yakmak için büyük bir heyecanla yola koyuluyordu. Aile çok mutlu olmuştu bu gelişmeden... Ne güzel diye geçirmiştim içimden o yaşta herşeyi deneyimleme şansı veriyorlar bireye. Ben de diliyorum Duruya o şansı sunmayı şu gelişmelerden sonra bol bol.  O deli koşturmanın içine ne onu ne kendimizi sokmayıp deneyimleyip zevk aldığı konuda uzmanlaşmasını sağlamayı. Keşke bir fırsat olsa da toplasak tası tarağı ve uzaklaşsak buralardan. Bi yanım bırakmaya razı gelmiyor güzel ülkemi bu zorunlu seçmeli hallere, bi yanımda artık boşa kürek çektiğimizi çoktan atı alanın Üsküdarı geçtğini hatırlatıyor bana.

Bakalım hangi yan galip gelecek zamana karşı?

5,5 çok erken demek için tıklayalım, haberdar edelim çevremizi...

http://imzakampanyam.com/ilkokul-icin-5bucuk-cok-erken-2-imza-kampanyasi 



23 Mayıs 2012 Çarşamba

Anneler ve Kızları


Çocuk oldum yine ben… Neden bilmem hep annelerdir birisi hastaneye yattığı zaman refakatçi kalan. Beş-altı yaşındaydım. Hayal meyal hatırlıyorum kabakulak olduğum zamanı. Bir hafta kadar hastaneye yatırmışlardı beni. Bir hafta boyunca gece gündüz her gözümü açtığımda bana bakan aynı çift göz kimseye bırakmadı nöbeti.

Duru doğdu, gün ve gece arasında bir fark yoktu henüz onun için. Bizim de ona ayak uydurmamız gerekiyordu. Benim o zaman düştüğüm yanılgı gibi bebek mi size ayak uyduracak sanıyorsunuz? Anneyle baba arasındaki fark burada başlıyor sanırım. Biz hemen kendi kurallarımızı koymayı düşünüyoruz. Anneler önce kayıtsız şartsız teslim ediyorlar kendilerini bebeklerine. Gece ve gündüzü siliyorlar onlarda.Sonra bebeklerinin sonsuz güvenini kazanıp yavaş yavaş öğretiyorlar ona hayatı.

Gece Duru ağladığında yanlarına gittim birkaç sefer. Anneannesi her defasında uyanık yanı başındaydı kızının ve torununun. Sanırım bu anneler ve kızlar arasındaki bir nevi “son ders”ti verilmesi gereken. Duru hastalandı birkaç ay sonra. Ateşi 39 derecelerde gezindi. Üç gün gözünü kırpmadı Selcan. Ben artık anlamaya çalışmaktan vazgeçtim.

Dün ameliyat oldu annem omzundan. Annelerin bir başka görevi de biz sürekli şikayet ederken ağrıyan başımızdan, kıçımızdan heryerimizden; onlar sessizce biriktirip ağrılarını beklenmedik bir günde “önemsiz bir şey, merak etme, basit bir operasyon” derler. Oğullarında başlıca görevi inanmaktır bunlara. Çıkınca ameliyattan hayatında ilk defa gözümün içine bakarak “canım çok yanıyor” dedi. Ne var bunda ben 30 yıldır bin defa söylemişimdir anneme bunu. Peki bin defa aynı ateş düştümü onun içine de… Kendime bela okudum bütün gece…

Annemdir bizde de her zaman hasta refakatçisi. Hangimiz yatsak o yatağa biliriz gece annemin yandaki koltukta oturacağını. Ziyaretçiler gelir, ikramı da başkasına bırakmaz. Dün ablam refakatçi kaldı hastanede. O da dört yıl önce annemden “son ders”i almıştı Sarp doğduğunda. Herkesle ilgilendi, kağıttan yaptığımız külahın içine Sarp için ceviz koydu, “çok iyi anneannen, uyuyunca kolu iyileşecek” dedi, boşalan kurupasta tabaklarını doldurdu…
Sonra Derya’yla göz göze geldik. Yedi aylık hamile haliyle bir yandan gözünden yaş akıyordu, ama beni görür görmez de bir çocuğu teselli etme içgüdüsüyle hemen gülümsüyordu bana. Sonra annesiyle bakıştılar. Yakında onlarda anne kızın en değerli anlarını paylaşmaya başlayacaklardı.

Bense yeniden çocuk oldum o odada. Herkesin gözlerinden kaçırdım gözlerimi, babamı izledim örnek almak için ve kısa cevaplar verdim tüm sorulara. Bugün annemle konuştum telefonda. “Merak etme iyiyim.” dedi. Yine çocuk olduğum için inandım hemen.

15 Mayıs 2012 Salı

Analı kızlı ilk anneler günü!


Bu Pazar anneler günüydü. Binimum ticarete dökülmüş özel günleri pek sevmeyen bendeniz konu anneler günü olunca yelkenleri suya fena halde indirmiş durumdaydım:) Geçen sene ben hamileyken de sevgilimle kutlamıştık ama bu sene daha da özeldi, analı kızlı ilk defa kutladık. 


Anne adaylarının, anne olmayı hayal edenlerin, annelerin ve başka çocuklara annelik edenlerin yani hepimizin günü kutlu olsun!


Nice senelere!


12 Mayıs 2012 Cumartesi

e-kitap kitaba karşı


Her kitap alışımda kararsızlıkta kalmaya başladım. Biliyorum kitap sever çoğunluk böyle bir karşılaştırmayı kabul bile etmiyor. “Kitap kokusu, sayfaların sesi…” bu konudaki en sık kullanılan argümanlar. Bir yandan da elektronikçiler “kitap kokusu parfümü çıktı” diye internet geyikleriyle romantik okuyucularla dalgalarını geçiyorlar. Tabletlerde e-ink, sayfa sesi, font seçimi, not alabilme ve alınan notları düzenleyebilme gibi seçeneklerle kafalardaki soru işaretlerini hergün azaltıyorlar. Zaten bu yazının konusunu Amerika’daki bloggerlar 5 yıl önce eskitmiş durumda. Amazon.com, e-kitap satışlarının basılı kitapları geçtiğini söyleyeli 2 yıl olacak neredeyse… 

Biz hala inatla basılı kitap almaya devam ediyoruz evimizde. Güzel bir kütüphanemiz olsun, Duru’ya da güzel bir raf ayıralım diye hayal kuruyoruz. 
Bir yandan da gereksiz geliyor. El kadar harddisklerin içine yüzlerce film sığmadan önce aldığımız DVD’lerin kapladığı rafların gereksizliği gibi, yıllarca biriktirdiğimiz kitaplarımızın evde kapladığı yer de gözümüze batacak mı bir gün? El kadar bir harddiskte koskoca bir çekmeceyi kaplayan fotoğraflarımızı, bir duvarı ayırdığımız DVD filmleri, kaset döneminden beri sakladığımız müziklerimizi ve tüm kitapları sığdırmamız mümkün. Yani bir oda büyüklüğünde alan boşaltabiliriz neredeyse. Çetin işler bunlar… Öyle bir günde geçilmiyor e-yaşama. Evde kaset çalarımız olmamasına rağmen atamadığımız kasetlerimizden de, işletme masterı yaparken gaza gelip aldığımız strateji-finans-pazarlama kitaplarımızdan da daha vazgeçebilmiş değiliz hala. 

Ama Duru’nun oyuncakları her geçen gün daha geniş alana yayılıyor. Sanırım bi günde olmasa da yavaş yavaş elektronik yaşama geçeceğiz bizde. Gerçi etrafımdaki 3-4 yaşındaki çocuklara bakınca Duru’nun oyuncakları da yakında bir tabletle yer değiştirecek ya… Hayırlısı!       
  

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Alkış

Anneannem hasta bugünlerde. İyice çocuklaştı hareketleri hastalıkla birlikte. Hep derler yaşlılar gittikçe çocuklaşır diye ama benim bunu ilk idrak etmem dedemin rahatsızlanmasıyla olmuştu. Yeni şeyleri öğrenmede zorluk yaşıyordu aynı bebekler gibi. Bazen aynı şeyi sayısını bilmediğimiz kadar tekrar etmemiz gerekiyordu onun için.


Unuttuğu için kısa dönemde yaşadığı şeyleri sürekli meraklı bir çocuk gibi sorguluyordu. Küçücük bir çocukken anneme nasıl herşeyi sabır ve özenle tek tek öğrettiyse annemin de ona aynı sabrı gösterdiğine şahit olmuştum. Yaşlılarla bebekleri çok benzetirim o yüzden birbirine. Aslında güzel olaydan geldim buralara. Dün sabahtan beri Duru alkış yapmayı öğrendi.
Bizim için küçük ama onun için büyük bir adım oldu. Alkış yaptığında çevredeki insanlara bakıp onlarında alkış yapmasını bekliyor ve kocaman bir gülümseme yayılıyor yüzüne.


Her yeni heyecanında ve öğrendiği şeyde yanında olmak istiyorum(z).
Büyüklerden duyduğumda çok arabesk gelirdi ama şimdi çok hoşuma gidiyor: Gülen yüzün hiç solmasın minnak kızım!

4 Mayıs 2012 Cuma

Eksik Fotoğraflar


Onlarca geziye gittik yurtiçinde, yurtdışında… Japonlar kadar olmasa da severiz fotoğrafla anı saklamayı. Ben pek yetenekli sayılmasam da Selcan iyidir de fotoğraf işinde. Şimdi dönüp bakıyoruz o seyahatlerin fotoğraflarına… 30 fotoğraf varsa en fazla ikisinde üçünde birlikteyiz. Onlarda genellikle yemek yediğimiz mekânda garsona çektirdiklerimiz… Tabi kusur büyük oranda bizde. Öncelikle bu kadar utangaç olacak ne var. Çevir yoldan birisini ‘hayır’ demezler ya. Ya da madem o kadar utangaçsın, üşenme tripod taşı zaman ayarlayıcıyla çek istediğin kadar fotoğraf. Onunla da kim uğraşır…




Neyse ki şimdi fotoğraflarımız genellikle iki kişilik. Duru ve Selcan, Duru ve Barış ve olmazsa olmazımız Duru ve Zema… Üç kişilik olanlar var. Duru, Selcan ve Zema... Çekirdek aile fotoğrafımızın çekilmesi için ya Zema’yı fotoğraf kursuna göndermemiz gerekiyor, ya da bizi ziyarete gelen eş dost akraba kim varsa fotoğraf makinesini eline tutuşturup rica etmek. O da biraz komik oluyor gerçi… “Kahveleri nasıl içersiniz? Bir de rica etsek bizim Duruyla fotoğrafımızı çeker misiniz?” Neyse bizim garipliklerimize herkes alışık…




3 Mayıs 2012 Perşembe

Duru ve gözlük

Bu yazı kimilerini şaşırtabilir. Çevremizde göz doktoruna gideceğimizi duyan çoğu insanı şaşırttı zira. Benimde aklımda yoktu 2,5-3 yaşından önce Duru'yu göz doktoruna götürmek ta ki Devletşah'tan Sufi'nin göz doktoru hikayesini dinleyene kadar. Küçük ve tatlı Sufi'nin 6.ayında yapılan tetkikler sonucu 7,5 numara hipermetrobu olduğu ortaya çıkmış. Annede ya da babada göz bozukluğu varsa çocukta çıkma riski çok yüksekmiş ve en ideal doktor kontrolü zamanı 6 ile 9 ay arasındaymış. Bunu duyar duymaz 7 derece miyobu olan bendeniz hemen kolları sıvayarak kuzu için bir randevu aldım. Dünya Göz Hastanesine Dr. Elvan Yalçın'a gittik.Bebeklerdeki göz bozuklukları ve şaşılık üzerine uzman bir doktor kendisi.


Önce kuzunun göz numarasının ölçümü için bir odaya alındık. Ben biraz panik olmuştum ta ki ölçüm aletini görene kadar, teknoloji bebeklerin hizmetinde resmen. Duru'nun 1 metre uzağında duran bayanın elindeki cihaza uzaktan bakmamız yeterli oldu ve şıp diye ölçüldü göz numaralarımız. Tüm kontrollerimiz yapıldıktan sonra bebeklerde istenilen düzeyde bir hipermetrobumuz olduğu yani gözlerimizin gayet sağlıklı olduğu ortaya çıktı. Nasıl rahat bir nefes aldım anlatamam! Ailesinde yani bebeğin aile geçmişinde göz bozukluğu varsa kesinlikle bu aylarda bu kritik kontrolü yaptırmanızı öneririm.


Numaralı gözlük takmayacak olsa da favorimiz hala başkalarının gözlükleri tabi az biraz gözümüze takmayı çokça da diş kaşıyıcı olarak kullanmayı seviyoruz. Varsın olsun!



16 Nisan 2012 Pazartesi

Beraber uyuyalım mı?

Uyku biraz uyku tüm isteğim buydu diye haykırmışım, Duru henüz 3 aylık ben uykusuzluktan zombie gibi geziyorum ortalıklarda. Bugün itibariyle 8 ay 2 haftayı deviriyoruz. Şaka gibi! Nasıl hızlı geçmiş son 5 ay geriye dönüp baktığımda.


Uykusuzluk yerini kesintisiz uykulara bıraktı mı? Henüz hayır. Ya biz alıştık bu duruma (biz diyorum çünkü bizim evde sadece uykusuz bir anne yok, anneye destek uykusuz bir baba da var. İyi ki de var!) ya da Duru'nun verdiği enerji uykusuzlukla emilen enerjinin yerini alıyor. Her akşam 19:30 en geç 20:00 gibi uyuyor Duru. Düzeni bozmamak için koştur koştur evin yolunu tutuyoruz dışarda olsak bile o saatlerde. Gece 1 kere uyanıp emziriyorum sonra cup yatak sonra sabah 06:45-07:00 itibariyle maile ayaktayız. Normalde o saatlerde çapaklarımı silemeyen ben Duru sayesinde yatakta oyunlar oynayıp gülümseyen birine dönüşebiliyorum. Mutasyon geçiriyorum resmen. Çocukların ne kabına sığmaz bir enerjileri var ve size bunu geçirebiliyorlar. Mis gibi kokuları sarhoş ediyor insanı.


İlk günden itibaren uyku düzenini oturtmaya çalışıp mümkün oldukça onu yatağında uyutmaya dikkat eden biz sabahları yatağında uyandığında o gülümsemeye karşı koyamıyoruz ve yatağımız kısa süreliğine 3 kişilik oluveriyor. Bizi görünce çırpılan ayakları ve yüzünü kocaman kaplayan gülümsemesi, güldükçe kısılan caponize gözleri ile Duru yaka iğnesi yerine yatağımızın mini misafiri sınıfına terfi etti. Her sabah sevgilim iş için hazırlanırken biz kızkıza oyunlar oynayıp yatağın sol köşesinden sağ köşesine  eş zamanlı yuvarlanarak kikirdiyoruz. Yastık savaşları ve pijama partileri çok uzak görünmüyor!


Bazen de oyun oynamaktan bitkin düşüp işte böyle uykuya dalıyoruz...



13 Nisan 2012 Cuma

Mızmız Anne-Baba

Yeni nesil anne-babalar olarak biraz çokça mızmızlanıyoruz biz yorgunluktan, uykusuzluktan ya da kendimize vakit ayıramamaktan. Çoğumuzun yardımcıları var evlerinde. Onlar olmadığı zaman büyükanneler yardıma koşuyor. Hem de yine çoğumuzun tek çocuğu var. Buna rağmen şikayet ediyoruz. Büyüklerin tecrübelerinden çok kitaplara göre çocuk yetiştiriyoruz. Kışın ortasında bile bir “rutin” tutturmuşuz, her gün banyo yaptırıyoruz minicik bebeğe. Uyumak istemeyen çocuğu 19.30 oldumu zorla yatağa götürüyoruz… Baksanıza Selcan’a, bir önceki yazıda 45 dakikalık uçak yolculuğunu bile anlattı da anlattı…


Geçenlerde en çok faydalandığımız bloglardan slingomom’da ilginç bir tartışmaya şahit olduk. Evde oğlu ve köpeğiyle, eşi ve bakıcısı olmadan geçirdiği 12 günü anlatmıştı. Eşinin ve bakıcısının olmadığı günlerin zorluklarından bahsetmişti. Buraya kadar her şey normal… Ama okuyucularından iki tanesi yorumlar kısmında açmış ağzını yummuş gözünü. Şımarıklık, gösterişçilik, annelik ve eş görevlerini yerine getirmemek gibi sağlam suçlamalarla blog alemininde ufak çaplı bir kriz yarattılar. “Kardeşim beğenmiyorsan okumazsın, kişisel blog değil mi?” muhabbetlerinden ziyade son günlerde aramızda konuştuğumuz başka bir konu geldi aklıma bunları okurken. 


Bizler şikayet ediyoruz yorgunluktan ama yorucu tercihleri de kendimiz yapıyoruz bebeğimizi yetiştirirken. Yoruluyoruz çünkü çocuğumuz uyuyana kadar pasif izleyici bile olmaması için bir dakika bile TV açmıyoruz evde. Oysa Disney Channel açsak belki iki saat kıpırtısız oturur Duru ekrana kilitlenip. Başka bir arkadaşımız yürüteç öneriyor, “Üzerine bırakıyorsun, çocuk 45 dakika kendi kendine oyalanıyor.” İyi de bu nesneyi hiçbir doktor tavsiye etmiyor. Sabah akşam birer kez bindirsen sana iki tane güzelinden kahve-gazete molası çıkar belki ama onu da elimizin tersiyle itiyoruz. 45 dakika uçak yolculuğunda olsa olsa en kötü ihtimalle 15 dakika ağlar kuzu. Neden bu kadar büyütüyoruz? Çünkü onun huzursuz olabileceği şeyleri düşünüp, hepsi için gerekli önlemleri alırsak bütün yolu keyifle gülücükler saçarak geçirme ihtimalinin var olduğunu biliyoruz. “45 dakika yolculuk için 2 gün önceden listeler yaparsan tabi yorulursun”. O da doğru tabi... 

12 Nisan 2012 Perşembe

2 Çocuk 1 Bebek Orkestrası



Enstrüman çok çalan yok… Aslında tam anlamıyla çalan yok yazarsam kendimize haksızlık etmiş olurum. Her biri için haklı bahanelerimiz var şimdilik. En kısa sürede bu işin ucundan da (öyle çok hedef var ki hangi biri…) tutacağız.


Benim çocukluktan beri hayalimdi piyano çalmak. Filmlerde görüp çok özenirdim evin köşesindeki piyanonun özel bir günde sürpriz melodiler çıkarmasına. Road to Perdition’da Tom Hanks ve Paul Newman’ın misafirler önündeki düeti, House’un evinin ortasında, nota aralarında bourbon içtiği kuyruklu piyanosunu beni hep bir gaza getirirdi ‘acaba bu yaştan sonra öğrenebilir miyim?’ diye. Saraybosna’da bir proje için 2 sene geçirince hayalime adım attım en azından. Oradaki bir akademinin hocasından 6 ay ders aldım. Pratik yapmak içinde kendime profesyonel bir org aldım. Ama çevremdeki herkesin tahminini doğru çıkarıp Türkiye’ye dönünce bir daha başına oturmadım. Şimdi Selcan hiç ümidini kesmeden salonun başköşesinde tutuyor orgu arada başına geçer çalışırım diye.


Bende onun bu benim hakkımdaki güzel hevesine karşılık, evlilik yıldönümümüz için ona ortaokul yıllarında Maria Rita Epik’ten beş yıl ders aldığı enstrümanı hediye ettim. Bir klasik gitar… Madem müzik bizim hayatımızın önemli bir parçası, akşam pratiklerini birlikte yapalım değil mi? 


Evdeki bir diğer enstrüman… Çocukluğumdaki en önemli kahramanım David Addison’dı. Ona dair en çok sahip olmak istediğim şeyler Rayban Wayfarer gözlükler ve akşam boş ofiste muhtemelen Maddie Hayes’i düşünerek çaldığı mızıkasıydı. Selcan Bosna’ya bir gün hediye olarak Wayfarer’la geldiğinde dolan gözlerimi kapatmak için akşam akşam gözlükle gezmek zorunda kalmıştım. Mızıkayı da kuzenim, kardeşim Derya almıştı bana. Mızıkanın kaderi orgun tam aksi olur genellikle. Ben elime aldığımda anlamlı tek melodi çıkaramasam da saatlerce üflediğim için ev halkı tarafından en kuytu çekmecelerin köşelerine saklanır. Neyse ki şimdi kızımın da çok ilgisini çektiği için mızıkama kavuştum.          


Şimdi en son hedefim kuzuya da Imaginarium’da gördüğüm bebek perküsyon – çıngıraklarından almak. Çılgın grubumuz 2Ç1B çok yakında çalışmalarına başlıyor. Sevgili komşularımız, vereceğimiz rahatsızlıktan dolayı pek de pişman değiliz…

10 Nisan 2012 Salı

Evde Tek Başına İki hafta



Dakika bir gol bir… Benim minik çalar saatime çok alıştığım için daha ilk günden alarmı kurmayı unutup işe yarım saat geç kaldım. Normal zamanlarda geç kaldığımda gerekçe olarak kuzumu gösterdiğim için utançtan yüzüm kızardı tabi…        


Evde Selcan ve Duru’ylayken fark etmediğim detaylarla karşılaşıyordum akşamları. Koltuğun pek oturmadığınız bir ucuna oturunca ‘twinkle twinkle little star’ çalıyor bizim evde… 


Duru’nun yatağının üzerine kurduğumuz, kışın yerlere sürünmesin diye düğüm yapılan cibinlik karanlıkta hırsız gibi görünüyormuş. Bir gece boğuyordum kendisini.


Selcan yatağın içine gece uyandığımda kendi kendime tekrar uykuya dalabilmem için bir-iki tane emzik bırakmış bana.


Sanırım biraların içindeki alkol miktarını arttırmışlar, yoksa bir şişe birada sızacak adam değilim ben…


Bizim televizyon baya gür ses verebiliyormuş. Ben onu hep kadranı 200 km/h gösterip de 70’in üzerine çıkmayan arabalar gibi, üçüncü çizginin üzerinde ses veremez sanırdım…


Duru’nun yatağı bir hafta öncesine göre küçülmüş göründü gözüme, bizim yatak da buzdolabı gibiymiş… 


Bir de, iki hafta uzun süreymiş, onu anladım ben.

6 Nisan 2012 Cuma

İlk Uçak Yolculuğu! Baby on board...

Epey zaman oldu bloga yazmayalı. Sakın ihmal ettik sanmayın (Meriç'cim bu senin için:)) yoktuk bir süre buralarda. 25 derece olan İzmir'e ve mis kokan anneanne evine 15 günlük bir yolculuk yaptık. Bakıcımız 15 günlük yıllık iznini kullanmak isteyince bize de İzmir yolları gözüktü.


Duru'nun en gazlı döneminde uzun bir araba yolculuğu yapmıştık ancak uçak yolculuğu bizim için yeni bir kavramdı. İstikamet İzmir anneanne evi olunca nispeten az (!)eşya ile yola çıkacaktık en azından öyle umuyorduk.


THY'den biletlerimiz alındı. Duru 8 aylık olduğu için 0-2 yaş bebekler için olan segment'den yolculuk edecek yani uçakta eğer boş koltuk varsa ana kucağı ile yoksa benim kucağımda yani gerçek ana kucağında gidecekti. 10 kg ve bir puset hakkı vardı kuzumuzun. Yolculuk için listeler yapıldı ve hazırdık yola çıkmaya:



  • Valize bolca kıyafet, en sevilen oyuncaklar, kremler, ilaçlar, fotoğraf makinası konuldu.
  • Yolculukta yanımıza alacağımız çantaya ise favori oyuncaklarımız, parmak kuklalar, kulaklarının tıkanmaması için yolculuk öncesi uygulanmak üzere serum fizyolojik, paranox fitil(huzursuzluğa karşı), biberonda verilmek üzere rezene, yedek emzik, bez, ıslak mendil ve yedek 1 parti kıyafet özenle yerleştirildi.Bazı doktorlar öksürük şurubu tavsiye ediyorlar ama bizim doktorumuz önermediği için almadık yanımıza. İniş ve kalkışta emziren anne görev başına!
  • 1 puset hakkımız olduğu için pusetimiz kendi kocaman çantasına yerleşti ve bagaja verilecek. Kuzuyu kanguruda gezdireceğiz havalanında.
  • Barışla benim içinde tek valiz yapıldı. Kuzunun eşyaları yanında bizimkiler devede kulak!

Duruyu bir akşam önceden en sevdiği ritüelle uyuttuk. Banyo- süt- müzik. Sabah herzamanki gibi 7:00'de uyandı. Herşey yolunda şimdilik. Arabaya yerleştik keyifle yolculuğa hazırız. Kuzu muhtar muhtar etrafa bakınıor yine gezenti ruhu iş başında. Havalanına geldiğimizde Barış kanguruya taktı Duruyu ve tüm havalanındaki süreci öyle geçirdik. Yaptığımız en doğru tercihti çünkü bizimki çevreye bakınırken vakit nasıl geçti anlamadı. Ona gülücük buna gülücük uçuş saati geldi çattı. Uçaktaki tek yanı boş yer 28 numara yani en arka sıra olduğu için herkesin uçağa binip yerleşmesini bekledik. Hem de kabinde geçirilecek süreyi minumuma indirdik bizim kuzu sıkılgandır gelemez öle uzuun uzun oturmalara mızmızlanmasını engellemiş olduk. Uçağa binişimiz efsaneydi! Kuzu herkesi kangurudan tek tek selamlayarak gülücükler atarak babasının önünde asılı arka koltuga kadar ilerledi. Business Class'ta oturan bıyıklı pilota fena takıldık. Bıyıklar ilgilimizi hala çok çekiyor:))


Bebek kemeriyle kendi kemerime bağladım kuzuyu ve görev başına geçtim. Kalkış sırasında kulaklarının tıkanmaması için emzirecektim. Bizimki memeye gömüldü ve unuttu etrafı bir süre seans bitincede bir Barış bir ben en sevdiği oyuncaklarla oyaladık kuzuyu. İstanbul- İzmir zaten hepi topu 45 dakika. Kalkış bitiyor 15 dk sonra inişe geçiliyor. Zaten inişe geçerken memede uyuyakaldı Duru ta ki iniceye kadar. Gözünü inince açtı!


Sıfır mızmızlık ve bol gülücükle tamamladık ilk uçak yolculuğumuzu. Bu bize uzun uçak yolculuğu için cesaret verdi en kısa sürede daha uzuun bir programla karşınızda olacağız.

8 Mart 2012 Perşembe

Hayatı Kolaylaştıran Detaylar-2 Cuma Akşamı Kaçamağı


2 çocuk diyoruz kendimize ama sorumlulukları yaşıtı birçok insana göre fazla olan bir çiftiz biz. Çünkü ikimizin de aileleri İzmir’de yaşıyor. Gerçi oradan da her başımız sıkıştığında yetişiyorlar yardımımıza ama yine de günlük hayatın sorumluluklarını kendi aramızda paylaşmak zorundayız.

Duru’nun aramıza katılması yaklaştıkça sırtımızdan biraz yük alacak bir bakıcı arayışına giriştik. Gecelerin bir miktar zor olacağını bilmekle birlikte hep gündüzlü çalışan bir yardımcı aradık. Ama bizim bir ön şartımız vardı: Haftanın bir gecesi yardımcımızın bizde kalması.

Haftada bir gün baş başa geçireceğimiz bir vakit yaratmak belki de bu süreçte yaptığımız en doğru tercihlerden biriydi. Sadece baş başa vakit geçirmek de değil, arkadaşlarımızla eğlenebileceğimiz, tekrar sinema-tiyatro salonlarını ziyaret edebileceğimiz bir vakit aralığı… “Cuma akşamı”… Her hafta iple çektiğimiz, hevesle planlar yaptığımız Cuma akşamlarımız var artık. Bir kadeh şarapla çakırkeyif olmaktan, 2-3 şarkıda olsa canlı rock grupları dinlemekten veya dostlarımızla çenelerimiz ağrıyana kadar gülüp eğlenmekten bahsediyorum, boru değil. Topu topu dışarıda geçirebildiğimiz 3 saat ama bir nevi reset tuşu...

29 Şubat 2012 Çarşamba

Deli Kızın Türküsü

Perişan olduk diyorum ama hastalık tabi ki asıl minik kızımıza eziyet ediyor. Hayatında hiç tanımadığı ağrılarla, acılarla boğuşuyor ufacık bedeniyle. Ben o hastayken 2-3 gün uykusuz kaldık diye şikâyet ediyorum ama kuzum kendini biraz toparladığı anda dünyaya neşe saçmaya devam ediyor.     

Ateşli bir gecenin sabahında, doktorunun yolunu tuttuk. Muayenehanenin bekleme salonu dolu. En küçüğü iki yaşlarında 7-8 çocuk ve onların anne babaları… Bizimkine benzeyen yüzler. Gözlerin altlarında halkalar, çocukların ağlamaktan kızarmış gözleri… Normalde gittiğimizde bütün çocuklar bekleme salonunu dolduran oyuncaklarla kendilerinden geçmiş olurlardı ama bu sefer hiçbiri anne-babalarının yanından bile kalkamıyor. Duru sıkılınca kucağıma aldım, ama zaten hasta olan kızıma başka hastalıkların bulaşabilme ihtimalinden korktuğum için odanın en köşesinde cezalıymış gibi beklemeye başladık. Duru kucağımdan bütün salondaki altüst yüzlere bakıyordu teker teker.

Selcan bana sigorta hakkında bir şeyler sorarken birden daha önce hiç duymadığım bir ses çınladı odada. Duru hiç duymadığım bir ses tonuyla sesler çıkarıyordu. ŞARKI SÖYLÜYORDU… O anı tarif etmem mümkün değil. O yumuşacık sesi… Sadece ben değil annesi ve odadaki herkes şok halinde Duru’yu izlemeye başladık. Anlamaz bakışlar birkaç saniye sonra tebessüme, sonrada kahkahaya dönüştü. Bir dakika önce bir odaya doldurulmuş perişan haldeki güruh Duru’nun şarkısıyla mest olmuş, o an için yaşadıkları korkunç geceyi unutmuş gülüyorlardı. Büyük ihtimalle birçoğunun aklına kötü günlerin yakında geçeceği, kendi kuzucuklarının da nasıl olsa yakında böyle şakımaya başlayacağı gelmişti.

Ben işte bu yüzden Duru’nun dünyaya gönderilen bir mucize olduğuna, dünyaya minicik bir noktasından mutluluk dalgaları yaymak için geldiğine inanıyorum. Büyük ihtimalle bundan birkaç sene sonra onun ilk geçirdiği hastalık günlerini veya endişe dolu geçirdiğimiz geceleri hatırlamayacağız, ama şundan eminim ki kuzumuzun o bekleme salonunu dolduran eşsiz şarkısını hiçbir zaman unutmayacağız…

Gezeriz tozarız kime ne!

Gezmeyi seviyoruz biz. Hem de çok! 3,5 sene boyunca az yol tepmedik birbirimizi görebilmek ve yeni yerler keşfedebilmek için: İzmir, İstanbul, Bosna, Mostar, Dubrovnik, Zagreb, Londra, Edinburgh, Lozan, Zürih, Konstanz, New York... İstanbulda yanyana geldiğimizden itibarende haftasonu nerelere kaçabiliriz diye araştırıp durduk. 2 gün şehirden uzaklaşmak bile iyi gelir pazartesiye yenilenmiş bir şekilde enerji dolu başlardık. Hamile olduğumu duyan çevremdeki herkes kıs kıs gülerek ee artık bundan sonra bir süre yerinizde oturursunuz dedi. Ne sinir olmuştum bu lafa! Niye oturacaktım ki? Hamileysem hasta değildim ya ben. Hem miniği daha karnımdayken gezdirmek, göstermek istediğim bir sürü yer, benimle denemesini istediğim bir sürü tad (bu da yemek yemek için en güzel bahanem pek tabii!) dinlemesini istediğim bir sürü müzik vardı. Anne - kız tek vücut geçirdiğimiz dönemin tadını çıkarmalıydık! Zaten kuzum daha biz farkında değilken bize en güzel sürprizi yapmış NY yolculuğumuza 2 haftalıkken eşlik etmişti. Artık o bir New Yorker'dı kim alıkoyabilirdi artık onu gezmekten!


Kimselere kulak asmadı(k)m sağlığımı tehdit etmeyecek şekilde gezebildiğimiz kadar gezdik. Bol su tüketip uzun süre ayakta kalmayacak ve tuvalete rahat erişebilecek şekilde organize olduktan sonra kimse duramadı önümüzde.


36 haftalık hamileydim ve Bon Jovi İstanbul'daydı.12 yaşımdan 32 yaşıma kadar hayranı olduğum tüm şarkılarını ezbere bildiğim hatta kardeşim Yitoya bile küçücükken dinlettiğim Bon Jovi durmuştu durmuştu ben hamileyken tekrar gelmeye karar vermişti konsere. Her konser afişi önünden geçerken Barış'a duygu sömürüsü yapıyor içli içli bakıyordum. Annem delirdin mi sen kızım doktor her an gelebilir Duru diyor ne işin var konserde monserde diyerek Barışa sen bu deli kıza uyma çocum mesajı veriyordu.




Veeeeeeeeeeeeee deli kız sevgilisinden hediye Türk Telekom bileti aldı.Kapanışı Jon Bon Jovi konseri ile yaptık Duru'nun şanına yakışır şekilde! Aileler bizi sinemada zannediyorlardı o sırada pek tabii. Sevgilime çevredeki yorumlara kulaklarını tıkayarak beni konsere götürdügü için teşekkürü borç bilirim. Babamız bizi Bon joviye götürrrrrrrrrrr....


Duru 36 haftalıkken konserde Jon Bon Jovi'ye annesinin karnında eşlik etti tekmeleriyle.


I'll be there for you!!!!!!nidalarıylaaa doğuma bir adım daha yaklaştı...


Doğumundan sonrada Duru kızla gezmeye devam ediyoruz. Benden tavsiye kimselere kulak asmayın ve tadını cıkarın hem hamileliğin hem de sonrasında minikle geçirilecek vaktin. Sonra geriye dönüp ah vah dememek için...



Not:Tuvalet konusu tam bir felaketti Arena'da. Hamile bayanı erkekler tuvaletine sokarak imdadına yetişen Alex'e ayrıca minnettarlığımızı sunarız:)))

28 Şubat 2012 Salı

Ateşle İlk İmtihan

“Anne... Nefes alamıyorum; başım, bütün eklem yerlerim uyuşmuş durumda. Hareket edemiyorum. Bu oda benim odamdan daha mı dar, tavanı mı alçak? Anne bana yardım et, nefes alamıyorum. Işık… Çok fazla ışık açmayın n’olur bu sefer. Kafama bastırma baba… O şeyi sokma kulağıma. Kulağım acıyor, kulağımı acıtıyorsunuz…”
“39,9 derece olmuş… Daha fitili koyalı dört saat oldu. Tekrar koysak zararı olur mu?”
“Önce soğuk suya soksak, ateşi düşürmek lazım hızlıca… Suyu 35 dereceye ayarlıyorum …”
“Anne üşüyorum, neden bana bunu yapıyorsunuz? Baba dökme o suyu lütfen…”
“Tamam, kuzum n’olur sakin ol. Geçecek birazdan. Ateşin düşecek, rahatlayacaksın. Lütfen bağırma bebeğim. Geçecek, geçecek,…”
“38,5’e düştü.”

Selcan son 3 gündür toplasanız 4-5 saat ancak uyumuştur. Geceleri sürekli ateşini kontrol ediyor, yükseldiği anlarda soğuk kompres uyguluyor, gözünü bir an ayırmıyor kızımızdan. Ben daha dayanıksızım. Saat başı alarm kurup kalkmaya çalışıyorum.

Anneannesi bizdeydi neyse ki ilk gece. Eskilerin bir sözünü söyledi: “Çocuğumun hasta olduğuna değil huyu değiştiğine yanarım”. Duru annesinden bir an bile ayrılmak istemiyor. Uyumak dâhil her şey onun kucağında olacak. 2 dakikalığına bizim kucağımıza verse isyan kopuyor. Başka bir problemde biberonla hiçbir şey almaması… En sevdiği rezeneyi bile reddediyor. Doktorun bize verdiği, mama içine karıştırmamız gereken ilacı da veremedik bu yüzden. Çare olur diye hastaneye serum taktırmaya gittik ama oradaki doktor, durumun o kadar kötü olmadığını söyleyince biraz rahatladık. Anne sütü mucize yaratmıştı.

Şimdi biraz daha düzelme evresine geçtik sanırım. Biliyoruz çocuk dediğin hastalıklarla büyüyecek, bu yaşadıklarımız her anne babanın başına geliyor ama bizi en çok üzen şeylerden biri bebeğimizin daha derdini 1-2 kelimeyle de olsa anlatamadan bu eziyeti yaşaması. Gözündeki o bakışla, bizden çaresiz yardım beklemesi…

22 Şubat 2012 Çarşamba

Hayatı Kolaylaştıran Detaylar-1 Aspiratör



Evimizdeki adı “aspi”. İki ay öncesine kadar evdeki en büyük kurtarıcımız, kahramanımız ve kara gün dostumuzdu. Artık işlevini çok nadir gösteriyor, yakında “Durusal” görevinden tamamen emekli olacak belki ama yine de başımızın tacıdır. Laf söyletmeyiz kendisine. Gerçi bir yıl kadar önce arkasından çok atıp tutmuş, hatta kendisini üretici firmasına şikâyet etmeyi, belki değiştirtmeyi dahi düşünmüş olsak da şimdi çok pişmanız.

Efendim, hikâyemizin başı Mayıs 2010’a kadar gidiyor, yani bu blog oluşmadan bir yıl öncesi… Evlenmeden önce hiç tadilat yaptıramadığımız evimizde mutfaktan başlayarak her yeri elden geçirmek niyetindeydik. Mutfak için sıkı bir beyaz eşya araştırmasından sonra aspiratör olarak fiyatı en yüksek olanlardan birini sipariş ettik. Modeli tüm seçenekler içerisinde en az ses çıkaranın bu olduğunun söylenmesi nedeniyle seçmiştik. Mutfağımızın tadilatı bitti, her şey çok güzel görünüyor… Ufak ufak yemeksepeti ziyaretlerimiz azaltıp, biraz kitaplardan, biraz annelerle canlı telefon bağlantılarıyla, bazen de yemek tarifi siteleri yardımıyla yeni mutfağımızın hakkını verme çabasına giriştik. En sonunda o tarihi gün geldi ve aspiratörümüzün düğmesine bastık başımıza geleceklerden habersiz. Bir anda mutfağın içinde ufak çaplı bir enerji santrali devreye girdi sanki. Komşularımızın uğultuyu dinlemektense yemek kokularına katlanmayı tercih edeceklerini tahmin ederek aspiratörü kapatıp kapı pencere ne varsa açmayı uygun gördük.

İşte bu noktada bir ilahi güç devreye girdi ve “garanti süresi dolmadan şu aspiratörü gösterelim, olmazsa değiştirtelim” muhabbetlerimiz ertelene-ertelene Ekim 2011’e geldik. Artık evimiz daha kalabalıktı. Kuzumuz yaklaşık iki aylık olmuş, bakıcısı sürekli ağlayan bu bebekle ilgilenmektense günün yarısını Duru’nun el kadar kıyafetlerini ütülemekle, diğer yarısını da bize akşam yemeği hazırlamakla geçiriyordu. Akşamları işten geldiğimde yüzü gün içinde saatlerce ağlayan kızımızı susturmaya çabalamaktan bembeyaz olmuş bir halde Selcan beni karşılıyordu. Yavaştan aspiratörden önce bakıcıyı değiştirmek ile ilgili planlar yapmaya başlamıştım bile.

Bir gün Selcan daha önce defalarca denediğimiz saç kurutma makinesi, elektrik süpürgesi, kolik CD’lerinin akıbetini bildiği için pek ümit beslemeden Duru’nun yine ortalığı yıkarak ağladığı pusetini aspiratörün önüne getirmiş ve düğmeye basmış. Sonuç bir mucize… O günden beri “aspi”nin yeri ayrıdır bizde.

O günden başlayarak iki ay süresince Duru’nun aspiratör sayesinde ağlama krizleri kesildi, gündüz uykuları 2-3 katı kadar uzadı, hatta bu sayede gece uykuları da düzene girdi, bakıcımızın kendine güveni geldi ve beklediğimizin fazlasını vermeye başladı bize.




Selcan bu keşfi öyle rastgele yapmadı ama. Kaç doktora sordu, kaç kitap okudu, kaç anne-bebek bloğu takip etti… Sabırla her tavsiyeyi denedi. Öyle yapmamış olsa bugün çok mutlu olduğumuz bakıcımız gitmiş olacaktı. Bizi belki bu gün bile devam edebilecek olan zor günler bekliyor olacaktı…