26 Aralık 2013 Perşembe

Bakıcısız Kalmak



28 Ekim akşamı Duru’nun odasında toplanmış en sevdiği şarkı ‘Senden Daha Güzel’i dinleyip dans ediyorduk neşeyle. Zema sessizce odaya girip çıktı yüzünde durgun bir ifadeyle. Selcan onu takip etti, mutfakta konuşurlarken ağlıyordu. Duru onu öyle görünce o da mahsunlaştı. O mahsunluk neredeyse 1,5 ay sürdü işte bizim evde. Zema’yı o akşamdan sonra hiç görmedik. Yaklaşık 27 aylık maceramız bu şekilde sonlanmış oldu.

Duru’nun okulda çekilen fotoğraflarına dönüp bakınca daha açık görülüyor herşey. Hemen hemen tüm çocuklardan daha güler yüzlü, hareketli ve hep oyunun merkezindeki kızımızın fotoğrafları birden değişiyor. Ağlamaklı bir ifade, kucağında evden götürdüğü bir bebeğine sıkıca sarılarak ve sınıfın bir köşesinde tek başına oturan haline dönüyor. Büyük keyifle girdiği okul kapısına geldiği anda kıyamet koparmaya başlıyor günlerce.




Babannesi yardıma geldi önce, sonra anneannesi. Üzerindeki terkedilme korkusunu atamadı kaç hafta. Yatılı bir yardımcıya geçmemiz gerektiğine karar verdik. Tüm odaların yeri değişecekti ama pedagog Duru’nun odasına dokunmayın dedi özellikle. “Oraya başkasını yerleştirirseniz kendisinin yerine onu koyduğunuzu düşünür”. Bir oda boşalttık ve yeni bir ablası geldi evimize. Ağır ağır alışmaya çalışıyoruz birbirimize.


İşin içinde 2,5 yaşında bir çocuk olunca bazı şeyleri kontrol edemiyorsunuz ve işin en zor kısmı bu. Dünyanın en iyi insanı da gelse Duru’nun vereceği tepkiyi tahmin etmek çok güç. ‘Cici abla’yla başlayıp, ‘sen git’e dönebiliyor bir kaç dakika içinde. Daha üç haftadır tanıdığınız birine canınızı emanet etmek zorunda kalıyorsunuz. Zor günler geçirdik, hala da çok atlatabildiğimiz söylenemez.   

    

16 Kasım 2013 Cumartesi

Hayalden Bir Hediye

Geçen seneki doğumgününden bir gün önce kara kara düşünürken dar olan zamanımı hayallere dalıp iyice kısaltmıştım. “Keşke” demiştim sürekli, ama bir gün kalmıştı ve ben yeniden o ışıklı yolları yürüyüp, x-ray cihazının yanında dikilip gelen herkese “hoşgeldiniz” diyen güvenlik görevlisine teşekkür eden insan olarak kapıdan girip aynı mağazaların önünde on tur attıktan sonra eskisi gibi paketlenmesini beklemememiz için artık markaların hazırlarını çıkardığı hediye paketlerinden biriyle, “güle güle” demeyen güvenliklere “iyi akşamlar” diyen tek uzaylı olarak ofise dönmüştüm. O gün ofise dönünce keşkemin benim için en yapılabilir kısmı olan senaryo için bilgisayarda bir dosya açıp, dosyanın ismini “Proje 17 Kasım” koymuştum. Aylarca sadece ismi olan boş bir dosya.






PROJE 17 KASIM





SAHNE 1 –KONUKEVİ MUTFAK – GÜNDÜZ
Genç adam üzerinde takım elbise pantolonu, beyaz gömlek ve kravatla kapıdan girer. Saçları biryantinle geriye yatırılmış, özenle traş olmuştur. Ortalıkta tabak, bardak ya da burada herhangi birinin yaşadığını gösteren herhangi bir yiyecek görünmemektedir. Dolap ve tezgah haricindeki tek nesne duvardaki saat ve altında asılı takvimdir. Tezgahın üzerinden kahve dolu fincanı alıp tezgahın ardına dolanır. Takvimin üzerindeki kareyi 17 Kasım Perşembe gününe kaydırır. Sandalyenin üzerinde asılı ceketi giyip mutfak kapısının karşısında duran ana kapıya yürüyerek evden çıkar. Duvardaki saat 07:30’u göstermektedir.

SAHNE 2 –KONUKEVİ HOL – GÜNDÜZ
Saat 08:15’i gösterirken kapı aralanır, genç adam içeri girer. Koridorun en sonundaki odaya girer; jean, t-hirt, tümü havaya dikilmiş kuru saçlarla odadan çıkar. Sabahki adamın o olduğuna inanmak zordur.Koridor boyunca hızlı adımlarla yürüyüp salona girer.
SAHNE 3 – KONUKEVİ SALON – GÜNDÜZ
Renksiz, ve ruhsuz görünümlü küçük bir mekan. Yerler marley kaplı, halısız ve yer yer aralarından zifti çıkmış. Evkur dükkanından alınmışa benzer eski bir koltuk takımı ve beyaz plastikten bir masayla iki sandalyesi haricinde hiç mobilya yok. Eski soluk yaprak desenli kalın perdeler sonuna kadar açık. Genç adam masanın üzerindeki laptopun önüne oturur, elindeki fotoğraf makinesini bir kabloyla bilgisayara bağlar. Sandalyenin altındaki çantasından küçük bir fotoğraf yazıcısı çıkarır ve onuda bilgisayara bağlar. Ekranda otuzlu yaşlarında kestane renkli dalgalı saçlı bir kadının fotoğrafı çıkar. Beyaz montlu, beyaz bereli, çekik gözlü bir kız çocuğunun uzattığı bir fotoğrafı almak üzeredir. Gamzeleri çıkmış, hem çocuğa karşı bir içten bir sevgisi, hemde uzattığı resme karşı merakı yüzünün mimiklerine vurmaktadır. Cep telefonu sesi duyulur.
GENÇ ADAM: N’aber dostum? Var mı arayan soran
TELEFONDAKİ ADAM: İyidir, haberler sende. Nasıl gidiyor büyük günün hazırlıkları?
GENÇ ADAM: Fotoğrafı çektim. Duru yine süperdi. Şimdi basıyorum fotoğrafı, albüme yapıştırınca basılı kısım bitiyor. Sonra iş önce Fatma’ya kalıyor, sonra benim heyecanımı yenmeme.
TELEFONDAKİ ADAM: Bol şans.  

SAHNE 4 – CAFE BUGÜN – GÜNDÜZ
Genç adam cafenin sakin bir köşesinde tek başına oturmaktadır, ama gözü kapıdadır. Açılan kapıdan yeni müşterinin geldiğini haber veren zilin sesi çınlar. İçeriye fotoğrafta gördüğümüz genç kadın ve onun aynı yaşlardaki bir arkadaşı girer. Genç kadın arkadaşıyle bir süre göz göze gelir, bir şey konuşmadan arkadaşı adama başıyla selam vererek kapıdan geri çıkar. Genç kadın tedirgin ve ağır adımlarla masaya yaklaşır. B. ayağa kalkar.  
GENÇ ADAM: Hoşgeldin S. B. ben.
S. hiç konuşmadan adamın karşısına oturur.
GENÇ ADAM: Öncelikle Fatma’yı kullandığım için çok özür dilerim senden. Biliyorum bir erkeğin bu yaşta bir kadını bir yere davet etmek için başka birini kullanması kadar saçma görünen bir şey olamaz ama beni dinlememe riskini göze alamazdım. Nedenin hikayemi dinlemeye başlayınca anlayacağını umuyorum. Şimdilik şöyle açıklayayım: bugün senin doğumgünün olduğunu biliyorum ve bunu sadece tanımadığın bir insandan bir hediye almak gibi düşün. Aslında işin gerçeği de bu... En baştan başlayayım. Garip gelecek ama aslında İstanbul’da yaşıyorum ben, ama yaklaşık 2 senedir iş için her Çarşamba akşamı İzmir’e gelip Perşembe akşamı dönüyorum. Geçen sene doğumgünün Çarşamba gününe denk geliyordu ve arkadaşlarınla beraber Baryum’da doğumgününü kutluyordun. ben de yeni gelmiştim İstanbul’dan. Gözüm sizin masada takılı kaldı istemsiz. Sürekli seni izliyordum, öyle güzel ve sade görünüyordun ki...

S. sandalyesinde huzursuz kıpırdanır ve etrafa bakar.

B.:Özür dilerim, biliyorum böyle şeyler söylememem gerekiyor bu konuşma esnasında ama durumu başka türlü açıklayamazdım. Neyse sana doğru bakarken Fatma’yla gözgöze geldik. İnanılmaz tesadüf değil mi sizin masadan birinin liseden arkadaşım çıkması. Dünya küçük derler ya. O hafta İstanbul’da Fatma’yı arayıp bizi bir şekilde tanıştırmasını istemeyi düşündüm. Hatta sonra aklıma, böyle bir buluşma olursa sana gecikmiş de olsa bir doğumgünü hediyesi verebileceğim geldi. Sonra daha Fatma’yı bile aramadan sana ne hediye edebilirim diye düşünmeye başladım. Günlerce düşündüm. Yanıtını bulmadan Fatma’yı aramak istemedim bir türlü. Sonra aklıma böyle bir hediye geldi.

B. elinin altındaki defteri S.’nin önüne doğru iter.
B.: Tekrar İzmir’e gelmeme bir iki gün kalmıştı ama ben aklıma gelen fikri bir türlü zihnimden kovamıyordum. Uzun, zor, hatta büyük ihtimalle yarı yolda bıkacağım bir plandı. İşin saçma tarafı seninle tanışma isteğimi bir yıl ertelemem gerekiyordu. Ama yaptım işte. Bugün buradayım. Bir yıllık projemin sonuna geldim. Hatta işin en zor kısmı da şimdilik kazasız gidiyor. beni hiç tanımadığın ve son on dakikadır konuya bir türlü girememiş olmama rağmen hala karşımda oturuyorsun.
Genç kadın utangaç gülümser.
S.: Bence gayet iyi gidiyorsun. Üzerimdeki ilk tedirginliği attım merak etme, pek sapığa benzemiyorsun.
B.: (Gülerek) Teşekkür ederim, bunu bilmek çok rahatlattı. Aslında ben sana kendi halinde küçük küçük hediyeler verdim bir yıl içinde. Bu defter bu hediyeleri anlatıyor. Hazırsan başlayayım.
S.: Offf, sanırım senin heyecanın şimdi bana geçti. Evet, hazırım.

B. su yeşili kadife kaplı defterin üzerinde elini usulca, heyecanla ve birazda buruklukla gezdirir. Defteri S.’e doğru çevirir ve kapağı kaldırır. Resimden önce S.’nin şok halindeki yüzü görünür. Renkli fotoğrafta S. bir bar tezgahının önünde yırtık hediye paketinin içinden çıkan küçük bir kar küresine mutlulukla bakmaktadır.

SAHNE 5 – BAR BİR YIL ÖNCE – GÜNDÜZ
Fotoğraftaki barda, fotoğrafın çekildiği gün. Bar bomboştur ve tezgahın ardında bile kimse yoktur. S. sabırsız sağa sola bakınır.
                        S.: Kimse yok mu?
Ters taraftan simsiyah giyimli, uzun saç ve sakallı biri onu duymamış gibi önünden geçip tezgahın sonundaki boşluktan barın arkasına geçer.
BARMEN: Hediye paketi için mi geldiniz?
S.: Evet, ofisten beni arayan siz miydiniz?
BARMEN: Ben değildim ama buraya bıraktılar. Temizlik yaparken bulmuş arkadaşlar. Buyurun.
Fotoğrafın çekildiği açıdan S.’yi paketi açarken görürüz. Karşısında duran asık suratlı barmenin varlığını bir an unutup hediyeyi hayran hayran izlerken dijital kamerada görüntü sessizce donar. S. barmenle gözgöze gelince başıyla hafif bir selam verip hızla oradan ayrılır.
SAHNE 6 – CAFE BUGÜN - GÜNDÜZ
B.:Sekiz gün gecikmeli kimin aldığını bir türlü öğrenemediğin bir doğumgünü hediyesi ulaştı eline. 25 Kasım Perşembe günü.
S. elini B.’nin koluna koyup sözünü keser.
S.: Bu benim beklediğimden daha heyecanlı olacak sanırım B. Bir bira içeceğim sen de ister misin?
B.: İşte bu mükemmel olur.(Barmenle gözgöze gelip parmaklarıyla ikiyi gösterir)
SAHNE 7 – CAFE BUGÜN - GÜNDÜZ
Masaya biralar bırakılır. S. bardağını B.’ye doğru uzatır.
                        S.: Kar küresi için teşekkür ederim.
B. gülümseyerek ve başını sallayarak teşekküre karşılık verir. Başıyla defteri işaret eder. S.de yine konuşmadan onaylar. B. S.’nin önündeki sayfayı çevirir.
SAHNE 8 – METRO GEÇMİŞ – GECE
Kapılar açılır ve S. girdiği kapının çarşısındaki kapalı kapının önünde durup yüzünü trenin içine doğru döner. Topuklu ayakkabılarına şikayet eder gibi bakar. Yanında ceketinin kapişonun giymiş yüzü zor seçilecek şekilde B. durur. Hafif köşeye doğru onlarla hemen hemen yaşıt, koyu renk takım elbise ve kravatlı, kulağında kulaklıklarıyla müzik dinleyen düzgün traşlı bir adam onları görebilecek şekilde durur. Kapüşonlu adamın elindeki telefonun ekranı görünür. “Pixies – Where is my Mind” yazmaktadır. Ses sonuna kadar açılır. S.’nin yüzüne  şarkıyı duyunca büyük bir gülümseme yayılır. Takım elbiseli genç adamın ekranında S.’nin görüntüsü çıkar ve gülümseme ekranda kalır.

SAHNE 9 – CAFE BUGÜN -GÜNDÜZ
B.: Doğumgünü akşamında adamlara 3 defa çaldırdığın şarkıyla işten yorgun çıktığın bir akşamı biraz neşelendirmek sana 2. hediyemdi. Bu fotoğraf da 02 Aralık Perşembe günü çekildi.
Yakın plan defterin sayfası çevrilir. Bembeyaz fotoğrafın sadece kırmızı kabanı içinde coşkuyla kahkaha atan S.’yi alan kısmı görünmektedir.
B.: Yılın ilk yağan karıyla ofisinin önündeki arabanın üzerinde havuçlu, süpürgeli, atkılı hatta kömürlü bir kardan adam seni bekliyordu. Bu 9 Aralık Perşembe. Bir sonraki hediyenin hazırlıkları beklediğimden baya uzun sürdü.          
SAHNE 10 – KEMERALTI GEÇMİŞ – GÜNDÜZ
B. Kemeraltı pasajlarında, Kızlarağası Hanı’nın çevresinde, subörekçilerin arasında gezinerek dükkanlara girer çıkar ve birşeyler sorar. Her girip çıktığı dükkan sonrası yüzü daha çok asılır.
SAHNE 11 – KONAK MEYDANI GEÇMİŞ – GECE
Sokak lambasının altında bir çocuğa ayakkabılarını boyatmaktadır. Arka planda saat kulesi görünmektedir.Soğuk iyice bastırmış, meydan sakinleşmiştir. B. kabanının yakalarını kaldırır.
AYAKKABI BOYACISI: Ağabey, üşüdüysen sıcak bir şey söyleyeyim mi? Çay, ıhlamur, sahlep ne istersen iki dakikaya getiririm.
B.: Sahlebi nereden bulacaksın, sabahtan beri seyyar sahleb arabası arıyorum, bir tane kalmamış şehirde.
SAHNE 12 – BELEDİYE OTOBÜSÜ GEÇMİŞ - GECE
B. ve ayakkabı boyacısı çocuk koltukta yanyana oturur yanından geçtikleri tren garını izlerler.
SAHNE 13 – GECEKONDU BAHÇESİ GEÇMİŞ – GECE
Orta yaşların üzerinde kırlaşmış saçı sakalı birbirine karışmış, hırpani görünümlü bir adam kırık dökük bir bahçe kapısının arkasından eskimiş seyyar bir araba getirir.
SAHNE 14 – OFİSİN ÖNÜ GEÇMİŞ – GÜNDÜZ
Aynı adam tertemiz traş olmuş, yeni giysiler giymiş, önündeki seyyar araba da yeni alınmış gibi temizlenmiştir. Arabanın yanında S. ve arkadaşları ellerinde beyaz fincanla keyifli sahlep içmektedir.
SAHNE 15 – CAFE BUGÜN – GÜNDÜZ
B.: (Gülmekten zor konuşarak)Tıpkı benim gibi her üç dört yudumda bir yeniden tarçın koyuyordun fincana.
SAHNE 16 – CAFE BUGÜN – GECE
B.: Fatma, projemi öğrenen ikinci kişi oldu. Beni yıllardır tanımasına rağmen ikna etmek zor oldu. Bana inandıktan sonra en az benim kadar uğraştı her plan için. İlk olarak 23 Aralık günü için benimle, apartman kapıcınızı ikna etmeye gelmesi gerekti.             
SAHNE 17 – APARTMANIN ÖNÜ GEÇMİŞ – GECE
S. kapkaranlık yoldan apartmanın merdivenine yaklaşır. Yorgun ve sıkkın görünür. Basamakların başına geldiğinde merdivenin iki yanıdaki büyük çam ağaçları birden ışıl ışıl parlamaya başlar. Üzerlerine dağıtılmış süsler de yanıp sönen ışıkların dağılmasına yardım ediyordur. S. şok, sevinç ve coşku dolu bakışlarla ağaçları daha iyi görebilmek için yola doğru yürür. B. karanlıkta arabanın içinden onun resmini çeker.
SAHNE 18 – CAFE BUGÜN – GECE
B. masada tek başına oturmaktadır. S. karşısına oturur.
B.: Başka bir planın var mıydı? Seni  buraya getirebilmeye o kadar odaklanmışım ki başka bir planın olabileceği hiç aklıma gelmedi.
S.: Eğer bu hikayeyi bırakıp gideceğimi düşünüyorsan, bir yılda benim hakkımda hiçbir şey öğrenememişsin.
B.: Daha 3 Şubattayız. Vildan Hanım’ı hatırlıyor musun? Yağmurlu bir günde, araban servisteyken seni taksisine almıştı.
S.: Hatırlamaz olur muyum, daha dün telefonla konuştuk. O günden sonra evine çay içmeye bile gittim.Sen tanıyor musun onu?
B.: Vildan Hanım’la pencerenin önündeki menekşelerin planını hazırlarken şans eseri tanıştım serada. O kadar tatlı bir kadındı ki onu seninle tanıştırmayı listeye almaya karar verdim.
Fotoğraf, S.’nin ofisinin önünde; S. taksinin açık kapısından içerideki yaşlı bir kadına keyifle birşeyler anlatmaktadır. Yaşlı kadın beyaz yapılı saçları, inci kolye ve küpesi, şık kıyafetiyle son derece asil görünmektedir.
B.:Takside anlattığı hikayeler tamamen kendisine ait. Müthiş bir kadın... Planımı dinleyip de hiç soru sormadan bana yardım eden tek kişidir Vildan Hanım. Bu arada acıktın mı? Eğer kalabileceksen biraz daha birşeyler yiyebiliriz.
S.: Harika olur ama bir şartım var. Yemekleri ben ısmarlıyorum.
SAHNE 19 – CAFE BUGÜN – GECE
Garson önlerindeki tatlı tabaklarını alırken kahkahalarla gülmektedirler.
B.: Daha 31 Mart’ta geldik. İnan bu kadar uzun süreceğini bilmiyordum. Ben memnunum halimden ama sen umarım sıkılmıyorsundur.
S.: İnan bana uzun zamandır ilk defa sıkılmaktan bu kadar uzak hissediyorum.
B.: Bu yavru kedileri hatırlıyor musun?
S.: İnanmıyorum, pudra ve yavrularını da mı sen ayarladın?
SAHNE 20 – CADDE GEÇMİŞ – GÜNDÜZ
Sabah gün doğarken B. yürüdüğü kaldırımın yanındaki çalılıkların arasından yavru kedi sesleri işitir. Ayağının altında 3 tanesi birden gözleri yarı açık bacağına tırmanmaya çalışır. Anneleri çalıların arasında dördüncünün meme emmesini bekliyordur.
SAHNE 21 – VETERİNER GEÇMİŞ – GÜNDÜZ
Yavrular muayene olurken anneleri kafesin içinden dikkatle onları izlemektedir. B. elinde bir kedi minderi alıp tezgahın üzerine bırakır.
SAHNE 22 – S.’NİN EVİNİN ÖNÜ GEÇMİŞ – GÜNDÜZ
S. sabah işe giderken ağaçların altından birden iki tane yavru fırlar. Ağacın arkasındaki minderde diğerler ikisini emziren anneyi görür. Yavruları sevdikten sonra, merdivenlerden geri çıkıp elinde birer tas su ve yemekle geri döner. Annenin minderinin yanına bırakır.
SAHNE 23 – S.’NİN EVİNİN ÖNÜ GEÇMİŞ – GECE
Yavrular büyümüştür ve birbirleriyle boğuşuyorlardır. Anneleri B.’nin aldığı minder üzerinde yatıyordur hala. Gece karanlığında kedilerin üzerine alev şavkı vuruyordur.

Uzak plandan yokuşun başından yaklaşan S. görünür. Alevlerin ışığı onu da aydınlatmaktadır. Caddenin ortasında büyük bir ateşin önünde bir düzine kadar çocuk heyecanla koşturmaktadır. Uzaktan sesleri işitilir.
1.ÇOCUK: B. Ağabey, bak şu odunu da atsak olur mu?
B.: Biraz bekle ateş zayıflayınca atarız.
2.ÇOCUK: S. Abla geliyor. S. Abla, sen de atlar mısın ateşten?
S.: Atlarım tabi. Tut bakalım şunu.
S. çantasını çocuğa uzatır, üzerindeki şık kıyafetlere rağmen ateşin üzerinden atlar. Kenarda, karanlıkta kalan kapüşonlu biri onun fotoğrafını çeker ve uzaklaşır.  
SAHNE 24 – AVM CAFE’NİN ÖNÜ GEÇMİŞ – GECE              
B. üzerinde bir t-shirt’le elinde telefon cafe’nin içine bakmaktadır. Telefonu çalar.
B.: Neredesiniz? Oturuyor hala, hadi çabuk olun.
SAHNE 25 – AVM CAFE’NİN İÇİ GEÇMİŞ – GECE              
S. elinde kitabı bir rahat bir koltukta oturmaktadır. Önündeki sehpadaki kahvesine uzanırken kapıdan 5-6 kişilik bir grup girer. Yakınındaki iki yuvarlak masayı birleştirerek otururlar. Birinin elinde bir pasta kutusu vardır.
1. GENÇ KADIN: Beyler siz içecekleri ayarlayın, biz masayı hazırlarız. Plastik tabak, çatal istemeyi de unutmayın.
SAHNE 26 – AVM CAFE’NİN İÇİ GEÇMİŞ – GECE
Bütün grup masanın etrafında dizilmiş, üzerinde mumlar yanan pastaya bakmaktadır.
                        KORO: İyiki doğdun B....
Şarkıyla beraber B. mumları üfler, alkışlar, tebrikler... Genç kadınlardan diğeri tabağa profiterollü pastadan bir dilim koyar. S.’nin yanına doğru uzaklaşır. B. başıyla arkadaşına gitmesini söyler. Daha önce metroda gördüğümüz genç adam hafif uzaklaşıp S.ye sırtı dönük bir koltuğa oturur.
2.GENÇ KADIN: Gürültümüzle sizin kitap   keyfinizi de bozduk kusura bakmayın.
S.: Aşkolsun, olur mu öyle şey.
2.GENÇ KADIN: Size pasta getirdim.
S.: Zahmet etmeseydiniz.
2.GENÇ KADIN: Aaa, bir odada profiterollü pasta varsa bundan kimse mahrum edilmemeli.
S.: Evet, ben de bayılırım. Çok teşekkür ederim. Arkadaşınıza da nice mutlu yaşlar dilediğimi iletin.
2.GENÇ KADIN: O mu? Pastasını yedi kaçtı o. Uçağı varmış ona yetişecek. Ama konuşunca iletirim. İyi akşamlar!
Diğer genç adam telefonunun fotoğraf ekranını ters çevirerek oturduğu yerden S.’nin fotoğrafını çeker. Ekranın köşesinde 26/05/12 tarihi görülmektedir.
SAHNE 26 – S.’NİN EVİNİN ÖNÜ GEÇMİŞ – GÜNDÜZ
S. yazlık ofis kıyafetleriyle apartman kapısından çıkar. Erken saat olmasına rağmen güneş yükselmiştir. S. merdivenden inip iyice büyüyen kedilerden birinin başını okşayarak yokuş yukarı yürümeye başlar. Biraz ilerde yetmişli yaşlarda bir çift el ele, adamın diğer elinde bastonu yürümektedirler. S.’nin sıcaktan bunalmış yüzünde, onları gördüğü anda ince bir tebessümle parlar. Yanlarından geçtikten sonra da sık sık dönüp onları izlemektedir.
SAHNE 27 – S.’NİN EVİNİN ÖNÜ GEÇMİŞ – GÜNDÜZ  
B. yaşlı çiftin yanında durmaktadır. Meraklı gözlerle yaşlı adama bakıp, cevap bekler bir hali vardır.
YAŞLI KADIN: Halini gören çocuk evini istedi sanar. Beş dakika elimi tutacaksın altı üstü. 55 yıllık kocam değil misin? Elimden tutmazsan şuradan şuraya gitmem.
YAŞLI ADAM: Yahu hanım bu yaştan sonra...
YAŞLI KADIN: Neymiş bu yaştan sonra? Tutacaksın elbet. Sen merak etme evladım. S. hanım kızım uzaklaşana kadar tutarım elini kızgın yağ dökse bırakmam.

SAHNE 28 – CAFE BUGÜN – GECE
S.: Onlar çok tatlıydı, bayılmıştım ben onlara hala hatırlıyorum.
B.: Osman Amca’yla Esma Teyze, senden 3 blok aşağıda oturuyorlar. Esma Teyze numaramı almıştı, geçen hafta aradı. “Ne yaptın, tanışabildin mi güzel kızımızla?” diye sordu. Onlar seni tanıyorlardı.
S.: Utandım resmen, adımı bile biliyorlarmış. Sen benim komşularımı benden iyi tanıyorsun.
SAHNE 29 – S.’NİN EVİNİN ÖNÜ GEÇMİŞ – GÜNDÜZ
S. üzerinde trençkotu bulutlu bir sabah işe doğru yürümektedir. Yolun kenarında ağaçlardan dökülmüş yaprakların arasında bir cam misket görür. Eğilip alır ve etrafına bakınır. Avucunda sıkarak yürümeye devam eder. Bir kaç adım sonra bir misket daha görür. Onun için de eğildiğinde yere daha dikkatli bakmaya başlar. Birer metre aralıkla 7-8 bilye bulur. Dikkatle yere bakarken, yaprakların özenle temizlendiği bir yerde tebeşirle sek sek karelerinin çizilmiş olduğunu görür. Yüzünde şaşkınlıkla karışık çocuksu bir neşe görülmektedir. Karşı kaldırımda B. 2 yaşlarında bir kız çocuğunun elinden tutarak onu izlemektedir. Kendi haline gülerek hızlanarak yoluna devam eder.   
SAHNE 30 – S.’NİN EVİNİN ÖNÜ GEÇMİŞ – GÜNDÜZ
Aynı kız çocuğu üzerinde beyaz montu ve beyaz beresiyle, işe yürüyen S.’ye doğru yaklaşır. S.’nin üzerinde kalın kabanı vardır ve kaşkolu boynuna dolanmıştır. S. şaşkın şakın kıza bakarken elindeki fotoğrafı ona uzatır ve geriye dönüp onu bekleyen servisin muavinine doğru koşar. S. kıza hayran hayran bakarken birden gördüğüne inanamayan bir ifadeyle elindeki resme kilitlenir.

Resimde bir masa üzerine yayılmış onlarca fotoğrafta zor da olsa S.’nin yüzü seçilmektedir.

Servis uzaklaşırken, çocuğu oraya bıraktığı belli olan takım elbiseli, şık bir genç adam yüzü görülmeden bekleyen bir taksiye binerek uzaklaşır.Fotoğrafın arkasında bir yazı vardır:
BU FOTOĞRAFIN BİR HİKAYESİ VAR. FATMA GÖREN’İ ARAMANIZ GEREKİYOR.   
SAHNE 31 – CAFE BUGÜN – GECE                           
S.’nin elindeki fotoğrafın aynısından defterin son sayfasında da yapıştırılmıştır. İkisi de bir süre sessiz kalır.
B.: 52 Perşembe günü çekilmiş 52 tane fotoğraf. Bu defter sana bu yılki doğumgünü hediyem.
S.’nin gözleri dolar. Elini B.’nin elinin üzerine koyar.B. su yeşili kadife kaplı defterin kapağını kapatarak S.’ye uzatır. Kapakta gümüş rengi baskıyla bir yazı görünür.

PERŞEMBELERİ SEVEN KIZ

-SON-



Senin için neler mi yapmak istedim? Çoğu sadece hayal olabilir ama içimden geçtiği için bil istedim. Hayali kahramanıma kurduğum hayalleri yaptırıp kağıda dökmek benim yapabileceğim...

Mayıs geldi. Bir sürü senaryoya başlayıp siliyorum sürekli. Aklıma öyle çok fikir geliyor ki birisine yazmaya başlayıp devamını başkasıyla getiriyorum ve hiçbir şeye benzemiyor yazdıklarım. Pazartesileri spora başladım yine gelen yazı bahane edip, ama göbeğimde değişen birşey yok. Çünkü spor diye bir piyano hocasına gidiyorum. Sözüm ona daha yazamadığım senaryo ile çekilmiş bir kısa filmimin bir sahnesinde benim çaldığım piyano duyulacak. Perşembe günleri uykusuzum, çünkü Çarşamba geceleri sen uyuduktan sonra kulaklığı takıp klavyede pratik yapıyorum geç saate kadar. Haziranda trekkinge gideceğim diye tutturdum. Bir haftasonu yalnız bıraktım seni ama Aklımdan geçen en uçuk plan için bir araştırma gezisi yapmam gerekiyordu. Ağustos sonunda tamamlandı senaryo. O ay paramız neden erken bitti biliyor musun? Güzel sanatlardan bulduğum bir kızla, bir çocuğa filmde oynaması için biraz para vermem gerekti. Diğer oyuncular neyse ama başroldekiler bari biraz kotarsınlar diye işi. “Perfect Day”in bir kaç notasını çalıp kaydetmeyi başardım sonunda piyanoda. Sonra 9 Kasım Cumartesi günü yine trekkinge gideceğimi söyledim sana. Sen beni Çanakkale’de sanırken ben uçakla Süphan Dağı’na gittim. İstanbul yirmi dereceyken on dereceydi oralar. Süphan’dan bir demet çiçek topladım senin için. Lokman hekimin ölümsüzlüğün ilacını bulmak için peşine düştüğü, sarp kayalıklardaki çiçekler gibi zahmetle hazırlansın istedim bu seneki çiçeğin. 16 Kasım gecesi gözlerinden uyku akarken lafa tuttum seni. Gece yarısını bulunca içeri gittim ve bir kadife kutu getirdim önüne. İçini açınca minik kır çiçekleri ve altında bir DVD.  

Hayalden bir hediyeyi kabul eder misin? İyi ki doğdun sevgilim...                                                                        
           
            

21 Eylül 2013 Cumartesi

2 Yaşında Kreş...




Geçen hafta soruyorduk Duru’ya:

-              -   Sen Pazartesi nereye gideceksin?
-              -   Okû (l’yi yutarak ve u’yu incelterek)

16 Eylül sabahı onlarca evdekine benzer bir telaş evde... Biraz erken tabi bizim için ama uzun uzun düşünüp karar verdik kreşe başlatmaya kızımızı. Bir çok etkeni var. Gymboree’ye büyük heves ve istekle gitmesi, hem bizim hem de Zema’nın onun açık algısını ve merakını doyurmaya yetemememiz, Zema’nın bizi yarı yolda bırakabilecek olmasından korkmamız...

                                              


Neredeyse üç ay kreş araştırdık evimize yakın. Hepsine gittik, her biri ayrı güzel; minik kümesinden sebze bahçesine, İngilizce drama öğretmeninden enstrüman odasına kadar bir çok etkileyici şeyle karşılıyorlar gelenleri. Bizim kriterler biraz daha basitti. Kreş sahibi Özlenen Hanım’ın samimiyeti, anaç yapısı, tuvalet eğitiminde destek vereceklerine dair diğer kreşlere nazaran daha rahatlatıcı tutumu, başlangıçtaki uyum süreci için yaratıcı çözümleri nedeniyle Meşe Palamudu’nu tercih ettik. Zormuş böyle şeyleri seçmek. Kreş için bu kadar kafa patlattığımıza göre ilkokuldur, lisedir işimiz zor.




Salı akşamı ilk karnesi geldi kuzumuzun. Yazan üç satır yazıyı bile on defa okumuşuzdur. Öyle görünüyor ki, bizim veliliğe alışmamız Duru’nun öğrenciliğe alışmasından daha zor olacak.



12 Ağustos 2013 Pazartesi

Ölümü Anlatmak

Neyse ki bunu yapmak zorunda kalmayacağımız kadar küçüksün güzel kuzum. Babanın anneannesi Ayşe Ortunç Şeker Bayramının son günü, 10 Ağustos 2013 Cumartesi sabaha karşı 03.20’de aramızdan ayrıldı. Bana şu anda düşen onun güzel hatırasını seninle paylaşıp adının nesiller boyunca hatırlanmasına katkıda bulunmak.

Hatırlamayacaksın biliyorum ama sen tanıştın onunla. İzmir, Hatay’da küçük bir apartman dairesinde yaşardı ve İstanbul’dan İzmir’e gidebildiğimiz zamanlarda annenle birlikte onu ziyarete giderdik. Yalnızca onun evinde hem sen hem de ben ‘kuzum’ diye anılırdık.



Ben 12 yaşımdayken kaybettiğimiz dedem Mehmet Ortunç’un yanına uğurlandı anneannem.

Her anne babanın en korktuğu anlardan biridir ölümün ne demek olduğunu çocuğuna anlatmak. Forest Gump filminde Forest annesinin hasta yatağının başına gider ve sorar ona:
-                             - Neden ölüyorsun anne?
-                             - Çünkü sıram geldi birtanem. Ama sakın korkma. Ölüm de yaşamın bir parçasıdır.
...



Sanırım bir bayram günü. Bahar Halan kırmızı rugan ayakkabılarını giymiş, Derya Teyzen dedemin kucağında, benim üzerimde paçası lastikli sarı pantolon. Burası yukarıdaki resimde fotoğraf çekildiğin evin arka balkonu. 

İnsanlar hayattayken bedenleri, sesleri, duygularıyla var olurlar. Öldükten sonra eğer hayatlarında insanlar üzerinde bir iz bıraktılarsa adlarıyla sürdürürler varlıklarını. Bugün kişiliklerimizde dostluk, aileye bağlılık, kin tutmama, hayata karşı merak gibi erdemler var ise bunda anneannemin rolü büyüktür. Bu yüzden onun adını sen de hep hatırla.

Not: Eğer dilersen bu yazıyı okuduktan sonra onun geçmişine bir yolculuk yapar Ankara’da geçen çocukluğunun, anne ve babasının, kardeşlerinin, dedemle tanışmasının hikayelerinin birlikte peşine düşeriz.


23 Temmuz 2013 Salı

Yeniden Düzeni Sağlamak


Kurallar koyuyorsunuz ( ya da koymayı planlıyorsunuz), kuralları bozuyorsunuz, yeniden eski düzene dönmeye çalışıyorsunuz...

Emziği kısıtlıyoruz... Sonra ya bir hastalık döneminde, ya da evdeki bir düzen değişikliği gibi sıkıntılı günlerde huzursuz olduğu için 'her şey üst üste gelmesin, emzik istiyorsa verelim' diyoruz ve bir de bakmışız işin ucu kaçmış sürekli "am-ma, am-ma" diye gezen biri dolanıyor evde.

2 yaşına kadar TV yasak diyorduk. Önce 5 ay öne çektik sınırı. Sonra günde max. yarım saat olan sınır aşıldıkça aşılmaya başlandı. Yine yarım saat civarında tutuyoruz ama büyük isyanlarla da boğuşmak zorunda kalıyoruz haliyle. Benden tavsiye; TV konusunda 2 yaş sınırına uymayı planlıyorsanız düğmeyi açmadan çocuğun 2 yaş sendromunu takip edin. Eğer isyan baş göstermişse TV'yi biraz daha bekletin. 2 yaş sendromunun hırçınlığıyla TV saatlerini sınırlamak gerçekten güç bir durum. 2.5-3 yaşına kadar yolu var. Tabi bu tamamen kişisel fikrim...



Kurallar sadece çocuk için değil ki... Biz kendimize koyduğumuz kurala da uyamadık. Daha hamilelik döneminde "az ve öz oyuncak" bizim için çok kritik bir mevzuydu. Evi oyuncak çöplüğü yapmamaya niyetliydik. Ama olmadı. Kendi çocukluğumuza yenildik. Duru'nun başkalarında görüp de beğendiği, ya da bizim hoşumuza giden ne varsa bekletmeden aldık getirdik eve. Bir günde ilgisinin geçtiği oyuncaklardan bile ders alamadık bir türlü.

Tatilden yeni döndük, kendimi dinlenmiş hissediyorum. Yoğun, tatilsiz, yorgun günleri geride bıraktığımıza göre yeniden kızıma konsantre olma zamanı geldi. Park, TV koltuğundan daha çekici hep çocuklar için, yol üzerindeki ağaçlardan topladığımız meyveler emziği unutturmada birebir. Evdeki fazla oyuncakların değerini bizden fazla bilecek bir çok adres var. Yeniden düzeni sağlama vakti... (bir sonraki bozuluşa kadar)

8 Temmuz 2013 Pazartesi

80 Kuşağının Çocuğu Olmak


Aslında hep apolitik olmakla eleştirilen kuşak bizlerdik ve ne yazık ki bu eleştirileri sonuna kadar da hakettik. Şu an Gezi Parkı’yla 68’liler dahil (ki bu bir mucize) herkesin saygısını kazanan kuşak 90 kuşağıdır ya da en azından seksenlerin ikinci yarısında doğanlardır. Bizler de sokaklara attık kendimizi ama bu kendimizi savunmaya yetmez.

Son beş yılda (öncesi de vardır ama ben şu meşhur ‘ustalık dönemi’nden söz ediyorum) her gün uzaklaştık özgürlükten, adaletten, komşularla sıfır sorundan, gelir eşitliğinden, bağımsız gazetecilikten ve daha bir çok şeyden. Her geçen günün vebali –kişisel fikrim- bizim üzerimizedir. Satılan limanların, her gün artan AVM’lerin, Haydarpaşa Garı’nın, tecavüze uğrayan çocukların, dövülen-öldürülen kadınların acısını en çok hissetmesi gereken kuşak yine bizleriz. ‘Tüm bunlar birikti ve Gezi Parkı bardağı taşıran damla oldu’ düşüncesi doğrudur ama tek başına sebep değildir bence. Bunun yanında 90 kuşağı tepki verecek yaşa gelmiştir ve üzerine düşeni yapmıştır.   

Geçerli bir bahanemiz yok değil. Darbelerle, işkencelerle, çatışmalarla kırılmış bir kuşağın çocuklarıyız biz. Bu nedenle çok sarıp sarmalandık. Gönüllerinden geçen  Devrim, Deniz, Nazım isimlerinden vazgeçtiler önce. Akşam sofralarında bile politika kısık sesle konuşuldu, “bunlardan okulda en yakın arkadaşına bile bahsetme” diye tembihlendi hep. Bazı kitapları evden çıkaramazdık, ‘okuyacaksan evde oku’ denirdi...

Hala bir şansımız var hatamızı telafi etmek için. Üç-dört yıl önce hemen hergün evlilik davetleri gelirken yaşıtlarımızdan, şimdi tıpkı bizim gibi anne-baba olma haberleri yağıyor son dönemde. Eğer ki apolitikliğimizin gerekçesinin korkak yetiştirilmemiz olduğu fikrine katılıyorsanız, bunu değiştirmek için korkusuz bir kuşak yetiştirmemiz gerektiğinin farkında olmalısınız. İşe ‘Herkes Özgür Doğar’ kitabını çocuğumuzun kütüphanesine eklemekle başlayabiliriz.


Okuyan, oluşturulmaya çalışan korku imporatorluğunu takmayan, haklarından haberdar olan ve onlardan vazgeçmeyen, sivil itaatsizliğin gücünü bilen, tepki vermekten korkmayan, yalanla-doğruyu iyi ayıran, tüketim toplumunun bir üyesi olmak istemeyen (bu konuda hala çok zayıfız) çocuklar yetiştirerek affettirebiliriz/affedebiliriz kendimizi.

Not: 80 kuşağından kastım 80’li yıllarda doğanlar. 68 kuşağının 1945-55 arası doğumlulardan oluşması şeklinde kullanmadım...

20 Haziran 2013 Perşembe

Duru Hangi Takımı Tutacak Mevzusu



Eğer müstakbel anne baba farklı takımlar tutuyorlarsa daha anne karnında bebek iki kolundan çekiştirilmeye başlanır. Tabi babanın daha koyu, takımının maçlarının kaçırmayan bir taraftar olduğu durumlardan bahsetmiyorum. Orada işin içine “hüüüoooppp” diye bir nida girer ki kadın kısmı karşı tarafa göre daha aklıselim olduğu için ‘ne halin varsa gör’ diyerek mevzuyu kapatır. Biz de durum biraz daha garipti. Selcan, benim Fenerbahçeliliğimden daha koyu Galatasaray taraftarıydı. Ama benim de o kadar kolay pes etmeye niyetim yoktu tabi. FB şampiyon oldu, Selcan ikna oldu; şike davası çıktı, atışma yine başladı; kupa FB’de kaldı, UEFA elinden aldı falan derken sıkıldık biz. Hatta ben taraftar olmayı bırakın tüm spor branşlarından soğumaya başladım ki, beni tanıyanlar bilir bu durum yaradılışıma aykırı bir şey. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı... Yorumcusundan sıkıldım; yöneticisinden sıkıldım; süs bebeği, otogaleri sahibi futbolcuları gördükçe filozof Eric Cantona’yı özlediğimi farkettim. Koraç Kupası günlerinin Efes Pilsen’i, Dream Team’i yenemese bile zorlar diye abuk subuk iddialara bile girdim.

Endüstriye dönüştü spor. Sporcu olma hayalini kurmanın güzel tarafı “topçumu olacaksın başımıza” diyen babalara inat çekmece diplerinde spor ayakkabı parası biriktirmekmiş sanırım. Şimdiki babaların “sporda iyi para var” diye yetiştirdikleri çocukları “acaba Amerika’daki üniversiteden spor bursu alabilir miyim” hesapları yaptıklarından heveseri çabuk geçiyor. Sadece spor da değil yerlerde sürünen. Bizler de değiştik. Küçükken zayıf tarafı desteklerdik ailece, hatta bazen kendi takımıza karşı bile. 2-3 golden, basketbolda 15 sayıdan fazla fark açılırsa üzülmeye başlar, “atmasınlar daha fazla” derdik tribündeki ‘beş, beş’ çığlıklarına rağmen. Ne oldu neden değiştik bilmiyorum ama değiştik. Hep en güçlüyü tutmaya başladık. Futbolda Barcelona’yı, basketbolda Dream Team’i, Usain Bolt’u, Michael Phelps’i ... destekledik. Sanırım bu saçma ruh halinden de sıkıldım ben.  

Beni bu ruh halimden duvarda yazan bir mahlâs çıkardı. 1 Haziran’da iş çıkışında Beşiktaşın ara sokaklarına karışmaya karar vermiştim. Son 2-3 günün en çok konuşulan grubunun kurduğu barikatlardan birini bulmayı umut ediyordum. Daha çok ilerlemeden Selcan telefonla cumhurbaşkanının devreye girdiğini ve vapur iskelesinden Gezi Parkı’na yüşüyüşün başladığını söyledi. Bende ara sokaklardan çıkıp kalabalığa karıştım Çarşı’nın tezahüratlarıyla. Yürürken bir duvar üzerinde gördüm işte onun ismini. “Optik Başkan” yazıyordu. İnternet başına geçip okudukça özlediğim şeylere sahip çıkan birilerinin olduğunu farkettim. Digitürksüz, Maratonsuz günlerin futboluna sahip çıkan adamlar olduğunu gördüm. Şimdi kendimize yapıldığı gibi taraftar grubu olarak görülüp “çapulcu” denilen, bizlerden yıllar önce bu sıfatla övünmeye başlayanları tanıdım.

Onları neden mi sevdim? Beşiktaşın maçlarını kaçırdığı için  öğretmenliği bırakıp Ankara’dan İstanbul’a dönen, polise “Amirim, biz buraya 80 kişi geldik. 79 kişi dönmeyiz. Biz bunu yapamayız!” diyen Optik Başkan’ı unutmadıkları için, “semt namustur, verilmez” düsturuyla yola çıkıp herkesin yıldığı bir anda “kepçeyi ele geçirdik tomayı kovalıyoruz, ama zarar vermek için değil aramızdaki kadınları çocukları uzaklaştırabilmek için” diyebildikleri için...  



Saraybosna’da çalışırken Selcan’a sürpriz yaparak bir Cuma akşamı İstanbul’da karşısına dikilmiştim. Swissotel’de bir arkadaşının davet ettiği şık bir yemeğe gideceğini düşünerek tuzağıma düşmüştü. Otelin boğaz manzaralı odasında ikimiz için hazırlanan sofrada başbaşa yemek yiyecektik. Planı hazırlarken Bosna’daki mimar arkadaşım koyu Beşiktaşlı Cenk “güzel güzel, yemekten sonra odada Kartalın maçını da izlersiniz” diye dalgasını geçmişti. Ben pek ihtimal vermemiştim; Cuma akşamları daha az maç oynanıyor, bu işin deplasmanı da var, denk gelmeyiz diye düşünmüştüm ama geldik işte. İnönü Stadı’nın parlak ışıklarından boğaza dair bir şey görmek mümkün değildi. Olsun bizim keyfimiz yerindeydi. Cebimdeki küçük kutuyu ne zaman çıkarmalıyım diye kıvranıp dururken sanki bütün şehir bir ağız olmuş gibi bir ses yükseldi: “Haydi yeter, haydi. Tam zamanı şimdi.” Bu sefer de gülmemek için kıvranmaya başladım ve sonunda şaraptan bir yudum içip soruyu sordum: “Benimle evlenir misin?”

Ben onları hayatımın en heyecanlı anlarından birine neşeli bir anı kattıkları için sevdim ve Duru’da onları sevsin istiyorum. Beşiktaş’lı olsun kızım. Çok ihtimal vermiyorum ama hani olurya annesi itiraz ederse de “hüüüoooppp” diyeceğim, kararlıyım.     

Onlarla ilk yolumun kesiştiği hikayemi sona sakladım. Yedi sekiz yaşlarındaydım. Lig de ne zaman Beşiktaş Fenerbahçe'yi yense rahmetli dedem arar dalgasını geçerdi, el kadar çocuğu ağlattığı için de anneannemden fırça yerdi. Ah dede ah, o kadar erken gitmeseydin şimdi seni her akşam arar “Oturduğun yerden Beşiktaşlılık olmaz. Bak ben Abbasağa’dayım. İki haftada senden daha sıkı Beşiktaşlı oldum” diye kızdırırdım...


6 Haziran 2013 Perşembe

Bebek Hafızası


Duru kızım biz ‘büyüdün, kocaman abla oldun’ desek de hala büyüdüğünde hatırlayamayacağın yaşamının ilk 3 yıllık dönemi içindesin. Buna literatürde bebeklik amnezisi deniyormuş. Ben de bugün öğrendim.

Eğer ki hatırlasaydın, akşamları hayatının ilk sivil direnişi içinde pencere önünde tevcereye kaşıkla vurarak annene eşlik ettiğini hatırlardın. Oradan koşup ışıkları yakıp kapatan babandan nöbeti devraldığını hatırlardın.

31 Mayıs’ta evde farklı bir hareketlilik olduğunu, annenle babanın ilk defa sana banyonu bile yaptırmadan evden çıktığını hatırlardın.

Her akşam seninle çocuk gibi oyunlar oynayan annenin durgunluğunu; bilgisayar ekranına bakan tedirgin, kızgın ama bir yandan da umut dolu bakışlarını hatırlardın. 

1 Haziran’da evimizin yakınındaki parka alışılmışın dışında bomboş sokaklardan geçerek gittiğini; daha sonra babanın elinde toz maskesi gözünde deniz gözlükleriyle uzaylı gibi ama bir o kadar da neşeli, bayram havasında gelişini; annenin yüzündeki rahatlamış ifadeyi hatırlardın.

Çantaların diplerinden çıkan yarım limonları, sirkeli bezleri, beyaz spreyleri, sokakta üzerimizden geçen senin çok sevdiğin bizim pek sevmediğimiz  helikopterleri ve evde tekrarladığımız Çarşı tezahüratlarını hatırlardın.

Sen bunları okurken hala google var mı? Varsa oraya büyük harflerle “DİREN GEZİ PARKI” yaz ve oku güzel kızım. Taksim’i, Gündoğdu’yu, Kızılay’ı, Rize’yi, Hatay’ı, Adana’yı oku. Açılan fotoğraflara bak. Kırmızı elbiseli dimdik genç kadının, karanlığa doğru gitar çalan genç adamın, ok gibi gelen suya kollarını açan kızın fotoğraflarını gör. Sonra gidip o ağaçların altına uzan sen de. Hala oradalar...


23 Mayıs 2013 Perşembe

Büyük Ayı, Küçük Ayı



Son günlerde bu seri kalan bütün kitapların pabucunu dama attı. Sanırım biz biraz geç bile öğrenmiş sayılırız, 2 yaş civarında çocukların yıllardır favorisiymiş bu ikili... İşin komik tarafı Bir Dolap Kitap'ın bahsettiğine göre kitapları kronolojik olarak oldukça garip bir sırada almışız. Hatta Türkçe basılan ilk kitap (Uyuyamıyor musun Küçük Ayı?) bizde henüz yok. Olsun, zaten her kitap aynı efsanevi cümlelerle başlıyor ve birbirinden bağımsız...


Bir zamanlar iki ayı varmış:
Büyük Ayı ve Küçük Ayı.
Büyüğü Büyük Ayı'ymış, küçüğü işe Küçük Ayı.


Duru bayılıyor kitaplara. Kucağımda uyumaya hazırlanırken koşup birini getiriyor. Tam 'dalıyor' diye düşünürken kayadan kayaya hoplayan Küçük Ayı'yı canlandırmak için kucağımdan atlayıp koltuk üzerinde zıplamaya başlıyor, bir sonraki sayfa için eski pozisyonunu alıp kitabı üçüncü okuyuşumuzda uykuya dalıyor.

Henüz Duru'nun dünyasında ayı bir hakaret öğesi olmadığı için bu ayılara isim bile buldu. Küçük Ayı Duru, Büyük Ayı baba...



14 Mayıs 2013 Salı

Duru’nun Sözcükleri



Yapmayalım etmeyelim desek de bazen başka çocuklarla kıyaslarken buluveriyoruz kendimizi. Ben genellikle “nasılsa yürüyecek 1 ay önce 1 ay geç ne fark eder, emziği bırakmayan çocuk mu var, kucağa alışırsa alışır üzmeye değmez kuzumu” diye işe daha rahat bakan taraf gibi görünsem de hep bu sorunları ilk kafasına takan oluyorum nedense. Konuşma konusunda da gayet rahattım ama 2 hafta önce mahallede yaşıtı arkadaşlarından birinin konuştuğu kelimeleri duyunca Selcan da ben de bir miktar telaşa kapıldık. Anlama konusunda hiç problemimiz yok, anlaması gereken-gerekmeyen her şeyi anlıyor. Ama işte doyumsuz anne babaya yetmiyor...

Genelde ıghh ıghhh’larıyla derdini anlatmaya alışan kuzu “anne-baba-teyze” ile hızla giriş yaptığı kelimeler dünyasında birden frene basmıştı. Hatta daha önce yazdığım gibi annesinin işe girdiği dönemde baba ve teyze de kayboldu ve biz sadece “anne” ile adını 100 farklı tonda söyleyebildiği “Pepee” ile yetinmek zorunda kaldık. “Baba” geri döndü ama “teyze” hala yok.

Yürüme konusunda da tam aynı telaşa kapılmışken Duru vitesi hızlı büyütmüştü. 2 hafta içinde sözcüklerde de benzer bir ivme yakaladı. Tabi ki bizi biraz telaşlandırıp harekete geçmek daha keyifli olsa gerek... Şimdilik –bizim yakalayabildiğimiz- aklıma gelen kelimeler şunlar:

anne/anni
babaaaaa (bu arada şantiyenin önünden geçerken bayılarak izlediği kulevinçler için de hep ‘babanın vinçleri’ dendiği için gördüğümüz tüm kulevinçlerin de ismi baba)
Hayat (anneanne)
Dede
Pa-ta-tes
Onû/bûnû  (hangisini istiyorsun sorusuna cevap olarak)
Parka (hem park, hem parka anlamında-nereye gitmek istiyorsun sorusunun yanıtı)
Tfuu (su)
Kaka (kaşık)
Tâmâm
Kedi
Hovhov (biraz genizden, daha çok uzaktan havlayan bir köpeğin sesi gibi)
Tik-tak
Am-ma (emzik)
Mama (bunu yemek getiren motorlara da söylüyor)
At-ti (birden çok anlamı var: çöp atmak, top atmak, top)


17 Nisan 2013 Çarşamba

Anneden Ayrılma Korkusu


Duru 1,5 yaşına gelmişti annesi işe geri döndüğünde. Bir yandan ikisi içinde çok güzel bir dönem oldu, ama işte bu kadar alışınca birbirlerine kariyere geri dönüş sancılı oluyor. Öyle ağlama krizleri veya huysuzlukla göstermedi Duru tepkilerini. Önce uyku düzeni bozuldu bir iki hafta. Sabaha kadar kesintisiz olan uykusu paramparça oldu. Zema gündüzleri de durgun olduğunu, Gymboree’de bile eski hareketliliğinin olmadığını söylüyordu.  Başka bir tepkisini kullandığı kelimelerle göstermeye başladı. Annesi işe başlamadan önce çok sık kullandığı anne, baba ve teyze sözcükleri birden teke düştü. Bizleri hatta yolda gördüğü yabancıları bile çağırırken sadece ‘anne’ sözcüğünü kullanmaya başladı.

Üç ay geçti, Duru düzene alıştı, uykuları o tek uyanma haricinde düzelmişti ki Selcan’a yeni,güzel bir iş teklifi geldi. Yeni işinde ilk gününden işten bir saat kadar geç çıkınca durumun farkına vardı Selcan, üç ay kadar yoğun ve stresli bir dönem bekliyordu onu. İnsan büyüyünce, daha doğrusu olgunlaştıysa karşısındakinin duygusal gelgitlerini olabildiğince absorbe ederek karşılık veriyor. Ama çocuk öyle değil ki, ayna gibi ne görürse aynen geri yansıtıyor. Selcan’ın işe başlama dönemindeki telaşı ve stresi Duru’yu yeniden o ilk işe başladığı haline döndürdü. Neredeyse Duru’nun eski uyku saati olan 19.30’da eve ancak gelmeye başladı. Uyku saatlerini dokuza hatta dokuz buçuklara öteledik. Sonra yine bölük pörçük geceler başladı... 

Burada da ilk ayını doldurdu Selcan. Hem düzene alıştı, hem de işe alışmasıyla birlikte stresi azaldı, ya da eve daha az yansıtmaya başladı. Evde yeniden keyifli bıdığımıza kavuştuk. Haftasonundan beri çok özlediğim ‘baba’ çığlıkları da geri geldi.

Bazen düşünüyorum da Duru doğduğundan beri sürekli belirli bir düzen oturtmaya çalışarak geçti günlerimiz. ‘Çocuklar düzen sever’ tavsiyesine uymaya çalıştık 20,5 aydır. Pişman değilim kesinlikle ama işte her şeyi kararında yapmak lazım. Bir yandan etrafımızdaki bir çok aileye göre daha rahat bir günlük hayatımız oldu bunun sayesinde, diğer taraftan düzenin azıcık dışına çıktığımızda bile hem Duru hem de biz çok zorlandık. Belki yavaş yavaş bunu kırmak hepimize iyi gelecek. Yaz akşamları kızım pusetinde uyurken biz de sahile dondurma yemeye giderek başlayabiliriz belki.



18 Mart 2013 Pazartesi

Sahtekâr Fotoğraflar


Tamam itiraf ediyoruz. Burada ya da instagramda paylaştığımız, arada mesaj ile gönderdiğimiz  fotoğrafların bir çoğu yaptığımız anlık hilelerin eseri. ‘Fotoğraf dediğiniz zaten anlık bir şey değil mi?’ Tamam öyle ama kendi fotoğraflarınızı düşünün. Arkadaşlarınızla yemekte yüzünüzde kocaman bir gülümseme fotoğraf çekilirsiniz. Çünkü keyiflisinizdir. Tamam hep öyle olmak zorunda değil, iş yerinde çok stresli bir günde bir arkadaşınız fotoğrafınızı çekerken yine gülümsersiniz. Yalnız ne kadar stresli de olsa fotoğraf çekiminden sonraki 2 dakika en azından o anın hatrına yüzünüzdeki tebessümü korursunuz.


Takip ettiğim kişilerin yayınladığı çocuklarının resimlerine bakınca bazen düşünüyorum ‘biz değil miyiz bu çocukların huysuzluklarından, kolik sancılarından, ağlama krizlerinden, terrible two sendromundan şikayet eden? Bu çocukarın hepsi şen, insanın içini ısıtıyorlar gülüşleriyle’ diye. Tabi ki biliyorum hepimiz aynı hileyi yapıyoruz. Çünkü kuzularımızın o şen şarkılar söylediği, en güzel kahkahaları attığı, dans edip alkış yaptığı, korkusunu yenip bir kedinin başına elini koyduğu, kimseyi rahatsız etmeden pür dikkat kitabını okuduğu, pencerenin önüne konan kuşa çığlıklarla eşlik ettiği, yeni tanıştığı arkadaşıyla elele tutuşup oyun oynadığı, hediye alınmış yeni oyuncağıyla aşk yaşadığı vs. o tarifsiz anlarda ya telefonun şarjı biter, fotoğraf makinesinin hafızası dolar, bazen ikisi de kayıplara karışır ya da en kötüsü siz o anın büyüsüne kapılıp ‘kaydı unutursunuz’. 


Anne babaların en büyük kabusu o andan sonra başlar işte. Yaklaşık bir dakika kadar sonra, makinelerden biri çekime hazır hale geldiğinde yalnız saniyeler önce zihninize kazınmış sahneyi yeniden kurmaya çalışırsınız. Ama o kadar zordur ki bu iş. Ancak bin türlü yaptığınız şebekliklerle bir anlık bir gülümseme yakalarsanız şanslısınızdır. Tabi yakalayana kadar da en az on poz çekmişsinizdir. O on resimde neler mi olur? İlk ikisinde ‘neden beni tekrar buraya bıraktınız’ anlamına gelen soru dolu bir ifade, üçüncüde ‘ben sıkıldım bu oyundan, gidiyorum’ kaçışı, üçüncüsünde anne-babadan birinin onu orada tek bir güzel resim için kalmaya ikna etme çabaları, dördüncüsünde güzel bir poz vermeden kurtulamayacağını anlayan kuzunun çaresizliği, beşincide herkesin çok beğendiği instagramda bol bol beğeni alan fotoğrafımız, altıncıda ‘acaba daha iyisini yakalar mıyım’ diye düşünen açgözlü fotoğrafçının nafile çabaları, yedincide magazin eklerinin meşhur ‘ne çekiyon kardeşim’ pozu, sekizincide sadece burun ve gözlerin sığacağı kadar yakın plan bir çekim ve dokuzla onda ortamdan kaçarak uzaklaşan modelin flu silueti... Gördüğünüz, beğendiğiniz, yorumlar bıraktığınız fotoğrafların çoğu o beşinci pozdur işte. Ne yapalım bu da bizim hilemiz.

14 Mart 2013 Perşembe

Ebeveynlere Karışmayın!



Bu sıkıntı çoğumuzun ortak sorunu biliyorum. Herkes çocuğunuzla ilgi bir çok şeyi sizden daha iyi biliyor. Duru'yla beni parkta 2 dakika gören bir büyükanne, ya da yan apartmanımızın kapıcısı benim baba olarak yaptığım tüm yanlışları o 2 dakika içinde tespit edip  sıralamaya başlıyorlar. 

Torununu parka getiren büyükanne Duru'yu ağzında emzikle görünce "Ay bizimki şaşırdı tabi, hiç emzikle tanışmadığı için garipsedi çocuk. Emzik konuşmasını geciktirir ama, haberiniz olsun." diye basit bir "merhaba" ya da "iyi günler"in yerine geçecek kalabalık bir sözcük öbeğiyle tanıştı bizimle. Tabi Duru'nun emziği sadece uykuya geçerken kullandığını, benim niyetimin parka gelmek değil kuzumu açık havada uyutmak olduğunu ama uyumak istemeyince rotayı parka çevirdiğimi ve emziğin ağzında kaldığını bilmiyordu. Bilemezdi de. Tek yapması gereken bizi tanımadığı için benim işime karışmamaktı ama olmadı, beceremedi. O kadarla da kalamazdı elbette. Duru'nun parkta en sevdiği oyuncak olan dönerli kaydıraktan inmesinden pek hoşlanmadı. "Ay o tehlikeli, ben hayatta indiremem. Babası mısınız siz?" Bu sondaki soru iyice bomba değil mi? Daha fazla tahammülüm kalmadı ve kuzum ve emziğimizi alıp evimize döndük.

Bir başka baba-kız park keyfine geldik. Yan bloğun kapıcısı ve eşinin Duru ile çok yakın yaşta bir erkek bebekleri var. Duru'nun mahalle arkadaşlarından biri. Onu ve babasını parkta görünce Duru'da ben de çok sevindik önce. Parkın tadı arkadaşla daha güzel çıkar elbette. Ama yine benim sabrımın sınanacağı varmış onu hesaba katmamıştık. Hem Duru hem de arkadaşı yaklaşık bir metre yüksekliğindeki bir duvarın üzerinde bir nevi denge oyunu oynuyorlar. Biraz önceki büyükannenin tehlikeli diyeceği türden bir oyun yani. Ben Duru'nun 2 adım yanında duruyorum, tutmuyorum ama müdahaleye hazırım. Komşumuz ise ilerideki banklarda oturmuş arkadaşlarıyla kahve içiyor. Çocuk birden düştü ve kafasını yandaki duvara çarptı. Basit bir düşüş değil anlattığım, kafasında kapüşonu olmasa bir kaç dikiş atılması garanti. Duru'yu aşağıya indirip çocuğa doğru hamle yapıyorum "Ağabey bırak düşe kalka büyüyecek." İnanın buraya kadar anlattıklarım benim sabrımın sınandığı yerler değil. O onun babası. Adam haklı olabilir. Çocuğun düşüp canının yanması ve bir daha o yükseklikte oynamaması gerektiğini kendisi anlaması gerekiyordur belki. (Bu arada Duru 19, arkadaşı 15 aylık) Beni asıl çıldırtan muhabbetler bu noktada başlıyor. 

"Yaa sen de bırak çocuğu böyle dibinde gezme, bırak çocukluğunu yaşasın." Birazdan çocuklar kaydırağa yöneldiler. İkisi de döner kaydırağa geçti ama oturmayı beceremiyorlar. Daha önce de yaptığım gibi yukarı çıktım ve Duru'nun oturmasına yardım ettim. Çünkü biliyorum, Duru düzgün oturup kayarsa aşağıda yardıma ihtiyaç duymadan kendi iner ve tekrar yanıma çıkabilir. "Ağabey sen neden çıkıyorsun ki oraya. Sen aşağıda dur onu karşıla. Onlar kendileri becersinler yukarıyı." Bunu söylediği sırada kaydıraktan baş aşağı yuvarlanır gibi kayan oğlunu tuttu ve elindeki üçü bir arada kahveden verdi. "Bırakacaksın kahve de içecek ağabey. İçmedi mi sizinki hiç?" Alerji falan demesem kendi içtiği kahveden Duru'ya da ikram edecek. Birazdan oğlu yukarıdaki demir bir levhaya elini sıkıştırıp ağlamaya başlayınca da benden çocuğun elini sıkıştığı yerden kurtarmamı istedi. Ben yukarda olmasam kös kös çıkacak yani eli mahkum. 

Üstüne basarak söylüyorum, sinirlendiğim şeyler oğluna kahve içirmesi, 2,5 metre yüksekliğinde kaydırakta çocuğu bırakıp koyu bir sohbete dalması falan değil. Neden benim işime karışıyor?  Nasıl oluyor da beni, kızımı ve annesini  hiç tanımayan insanlar bizi yargılayabiliyor?

Neyse bende böyleyim işte. Yerinde "karışmayın benim işime" diyemem, sonra kendi kendime homurdanırım. Bu yazıyı da benim homurtum sayılsın.