31 Mayıs 2012 Perşembe

Konu Gündemden Açılmışken


“Insanity is doing the same thing, over and over again, but expecting different results.”

Pazar günleri “hava çok güzel hadi sahile gidelim” derseniz günün yarısı trafikte geçer.Çöp poşeti olarak Migros poşeti kullanmaya devam ederseniz, çöp suları kovanın içine akar çünkü Migros, 3 parça alışveriş için 4 poşet kullanıldığını farkettiğinden beri poşetlerde delik bırakmaya başladı.Her Mayıs’ta ilk gördüğün güneşe kanıp ceketini evde bırakarak dışarı çıkarsan “ben de her yıl bu zamanlar hasta olurum” demen normaldir.Bebeğini akşam 8’de uyutup kendin gece 1’de yatarsan, “Duru sabahın köründe uyandı, uykusuzluktan gözümü açamıyorum” dersin. (Halbuki kuzu 06.30 gibi gayet makul bir saatte uyanmıştır)Bunlar işin biraz esprili kısmı ama bazen gerçekten hayati konularda hepimiz bu girdaba giriyoruz. Bazen kendimize bazen en sevdiklerimize zarar verebiliyoruz ısrarımızla. Bir an durup “farklı ne yapabilirim” diye düşünmediğimiz için, “hızlı yaşam” içinde sadece kendi ‘temel’ sorumluluklarımızı arayıp, bulup bunları yerine getirince böbürlendiğimiz için yaşamı değiştirebilme potansiyelimizin farkında bile değiliz.

Bu konunun en güzel örneğini babam yaşatmıştı bana. Üniversitenin son yılına geldiğimde alttan verdiğim derslerin sayısı vermediklerimden daha az durumdaydı. Okuldaki herkes 7 seneyi doldurup okuldan atılmama kesin gözüyle bakmaya başlamıştı bile. Annem ve babam o yaşına gelmiş adama “ders çalış” demekağırlarına gittiği halde elden ne gelir düşüncesiyle kırmadan konuşmaya çalışıyorlardı benimle. Yavaş yavaş üslupları sertleşmeye başladı, ama genelde olduğu gibi bende de ters tepti bu tutum. Babam son gelişinde oldukça sakin, sevecen “Madem ders çalışmıyorsun, bari tadını çıkarıyor musun hayatın?, Rafting yapmaya gittin mi, ya da her hangi bir kampa? Yurtdışı gezileri de hiç planlamadın arkadaşlarınla…” dediği anda en derin uykunun ortasında buz gibi suyu çarpmış oldu suratıma. Bu konuşmadan 1,5 yıl sonra mezun olduğumda hayatımı değiştiren dönüm noktasını bana yaşattığınınfarkında değildi. Basit bir uyarıyı farklı sözcükler seçerek yapmıştı sadece. Oysa “ben baba olarak sorumluluklarımı yaptım” diye geri çekilebilirdi ve benim hayatım çok farklı noktada olurdu bugün.

“Hayatı değiştirebilme potansiyelimiz” yazınca abarttığımı sanmıyorum. Sadece sorumluluklarımızın sınırlarını biraz genişletmek gerektiğine inanıyorum. Evde sadece çocuğumuzun sağlıklı olmasından, iyi beslenmesinden ve iyi eğitim almasından sorumlu olamayız ebeveyn olarak. Önce kendimiz mutlu olmalıyız o dört duvar arasında. Sonra evliliğimizin mutluluğu için çabalamalıyız. Üçüncü sırasında çocuğumuzu mutlu etmek olmalı önceliklerimizin.Mutsuz bir ülkede mutlu bir aile olur mu peki? Olur ama kısa süreli olur. Çünkü kötü şeyler hep başkalarının başına gelmez. Gün gelir yanlışlıkla atılan bir bomba senin kafana düşer ve kimse özür dilemediği gibi ‘başka partiye oy vermiş, ona müstahak’ diyebilirler arkandan.Kürtajın yasaklandığı ülkenizde tecavüze uğrayan bir kadın devlete bırakmak istemediği bebeğini kapınıza bırakıp kaçabilir ve biraz vicdanınız varsa suçluluk duymaya başlarsınız mutluluğunuzdan.Bir şey oldu ve mutlu bir ülke olduk birden… ‘Çivisi çıkmış dünya’da mutlu ülke olur mu? Üzgünüm ama yine aynı cevap... Çünkü sadece filmlerde gördüğümüz, yalnızca okyanusun öte yanında olur sandığımız hortumlar gün gelir İstanbul’u başımıza yıkar bir saat içinde. Ege’nin diğer yanı açken, İzmir’deki eski dostlarının da boğazından geçmez hiçbir yemek. Tabi sonradan kaleyi fethetmek için buraya yerleştirilen insanlardan bahsetmiyorum, çünkü onların lügatında da ‘müstahak’ sözcüğü ön sıralarda gelir. Tüm komşularına sırtını dönüp kırk yıllık Esad’a Esed dersen, tavsiye üzerine doğurduğun 3 çocuğun da bayramda Amerika’ya tatile gider; sen Starbucks’tan aldığın Turkish Coffee’yi tek başına içersin çok mutlu evinde.

Sorumluluklarımızın sınırlarını genişletmek… Bunu yapan insanlar iz bırakıyorlar dünyada. En çok da onlardan korkuyor ‘organize cehalet’. Türkan Saylan’dan korktukları gibi… Ama cehalet geniş bir kavram. Bu gün herkesin birbiriyle paylaştığı yazısında Ayşe Arman ‘… iyi şeyler yaptıklarında destekledim… yollar tünneller…’ yazmış, ama kürtaj yasağı gündeme gelince artık muhalefet olduğuna karar vermiş. Cehalet insanların ekonomik düzeyine göre şekilleniyor sanırım. Pilav üstü dönerle başlıyor, kömürle devam ediyor, buzdolabı kesmezse evinizin önüne üst geçit yapıyor. ‘Herkesin bir fiyatı vardır’ repliği filmlerden çıkıp hayatımıza giriyor. Sen çok kızınca vazgeçebiliyorsun belki duble yoldan ama işsiz kalmış baba vazgeçemiyor kömürden.

Bildiğim tek şey, ne yapıyorsak şimdiye kadar bir işe yaramıyor. Yılmaz Özdil’in, Bekir Coşkun’un yazılarını Facebook’ta paylaşmaya bayılıyoruz yıllardır ama hiçbir şey değişmedi. Oyumuzuda pek içimize sinmesede muhalefete verdik yine olmadı. ‘Cumhurbaşkanlığı koltuğu bu işin son noktası, harekete geçelim’ dendi. Cumhuriyet Yürüyüşlerine binlerce insan katıldı, ama o koltukta gitti. Okuduk, paylaştık, oy verdik, yürüdük… Başka elden ne gelir? Demek ki başka bir şey yapmak, durup biraz düşünüp bunlardan başka ne yapılabilir diye kafa yormak lazım. Sadece yeni bir tane fikir, bir asırdır söylene geleni söyleyecek yeni kelimeler bulmak lazım…

28 Mayıs 2012 Pazartesi

İlkokul için 5,5 çok erken!


Uzun zamandır gelişmeleri endişe ile takip ediyoruz. Duru henüz 10 aylık ama o derece hızlı geçiyor ki zaman bir bakmışız okul yaşı gelmiş bile. Okullar bile yeni sistemden bi'haberler, yeni yeni detaylar ulaştıkça velileri bilgilendiriyorlar. Kesin olan şu ki 30 Eylül itibariyle 66 ayını doldurmuş tüm çocuklar ilkokula başlamak zorunda bırakılıyorlar yeni sisteme göre. Fiziksel olarak hazır görünselerde acaba duygusal olarak hazırlar mı

Ben çocuğumun 5,5 yaşında ilkokul sıralarında ilerde ister istemez el mahkum ögreneceği bilgilerle beyninin doldurulmasını istemiyorum. 3 yaşındaki çocuklara 1,5 saat mülakat yapıp sonra da çarpmayı öğretmemişsiniz yalnız bu konuda kendini geliştirmesi lazım diyen havalı kollejler mi yoksa sistemin çarkına çocuğunu erkenden atan veliler mi daha hatalı? Bu da işin diğer bir kısmı.

Canım dostum Bahar anlatmıştı bir keresinde; Almanya'da onlarla beraber yaşayan bir arkadaşlarının lise çağında bir çocukları vardı. Çocuk yaptığı hiçbirşeyden zevk almıyordu ve aile onun için endişeliydi. Yanlış anlamayın gelecekte ne olacak endişesi değil bu hayattaki o andan ve gelecekteki anlardan zevk alamaması endişesi. Sonunda çocuk okuldaki derslerden birinde ekmek yapmayı ögrenmiş ve bir ekmek fırınında staj yapmaya başlamıştı. O kadar büyük bir zevk alıyordu ki bu işten normalde yataktan sürünerek kalkan daha doğrusu kaldırılan çocuk sabah kör karanlıkta fırını açıp ateşi yakmak için büyük bir heyecanla yola koyuluyordu. Aile çok mutlu olmuştu bu gelişmeden... Ne güzel diye geçirmiştim içimden o yaşta herşeyi deneyimleme şansı veriyorlar bireye. Ben de diliyorum Duruya o şansı sunmayı şu gelişmelerden sonra bol bol.  O deli koşturmanın içine ne onu ne kendimizi sokmayıp deneyimleyip zevk aldığı konuda uzmanlaşmasını sağlamayı. Keşke bir fırsat olsa da toplasak tası tarağı ve uzaklaşsak buralardan. Bi yanım bırakmaya razı gelmiyor güzel ülkemi bu zorunlu seçmeli hallere, bi yanımda artık boşa kürek çektiğimizi çoktan atı alanın Üsküdarı geçtğini hatırlatıyor bana.

Bakalım hangi yan galip gelecek zamana karşı?

5,5 çok erken demek için tıklayalım, haberdar edelim çevremizi...

http://imzakampanyam.com/ilkokul-icin-5bucuk-cok-erken-2-imza-kampanyasi 



23 Mayıs 2012 Çarşamba

Anneler ve Kızları


Çocuk oldum yine ben… Neden bilmem hep annelerdir birisi hastaneye yattığı zaman refakatçi kalan. Beş-altı yaşındaydım. Hayal meyal hatırlıyorum kabakulak olduğum zamanı. Bir hafta kadar hastaneye yatırmışlardı beni. Bir hafta boyunca gece gündüz her gözümü açtığımda bana bakan aynı çift göz kimseye bırakmadı nöbeti.

Duru doğdu, gün ve gece arasında bir fark yoktu henüz onun için. Bizim de ona ayak uydurmamız gerekiyordu. Benim o zaman düştüğüm yanılgı gibi bebek mi size ayak uyduracak sanıyorsunuz? Anneyle baba arasındaki fark burada başlıyor sanırım. Biz hemen kendi kurallarımızı koymayı düşünüyoruz. Anneler önce kayıtsız şartsız teslim ediyorlar kendilerini bebeklerine. Gece ve gündüzü siliyorlar onlarda.Sonra bebeklerinin sonsuz güvenini kazanıp yavaş yavaş öğretiyorlar ona hayatı.

Gece Duru ağladığında yanlarına gittim birkaç sefer. Anneannesi her defasında uyanık yanı başındaydı kızının ve torununun. Sanırım bu anneler ve kızlar arasındaki bir nevi “son ders”ti verilmesi gereken. Duru hastalandı birkaç ay sonra. Ateşi 39 derecelerde gezindi. Üç gün gözünü kırpmadı Selcan. Ben artık anlamaya çalışmaktan vazgeçtim.

Dün ameliyat oldu annem omzundan. Annelerin bir başka görevi de biz sürekli şikayet ederken ağrıyan başımızdan, kıçımızdan heryerimizden; onlar sessizce biriktirip ağrılarını beklenmedik bir günde “önemsiz bir şey, merak etme, basit bir operasyon” derler. Oğullarında başlıca görevi inanmaktır bunlara. Çıkınca ameliyattan hayatında ilk defa gözümün içine bakarak “canım çok yanıyor” dedi. Ne var bunda ben 30 yıldır bin defa söylemişimdir anneme bunu. Peki bin defa aynı ateş düştümü onun içine de… Kendime bela okudum bütün gece…

Annemdir bizde de her zaman hasta refakatçisi. Hangimiz yatsak o yatağa biliriz gece annemin yandaki koltukta oturacağını. Ziyaretçiler gelir, ikramı da başkasına bırakmaz. Dün ablam refakatçi kaldı hastanede. O da dört yıl önce annemden “son ders”i almıştı Sarp doğduğunda. Herkesle ilgilendi, kağıttan yaptığımız külahın içine Sarp için ceviz koydu, “çok iyi anneannen, uyuyunca kolu iyileşecek” dedi, boşalan kurupasta tabaklarını doldurdu…
Sonra Derya’yla göz göze geldik. Yedi aylık hamile haliyle bir yandan gözünden yaş akıyordu, ama beni görür görmez de bir çocuğu teselli etme içgüdüsüyle hemen gülümsüyordu bana. Sonra annesiyle bakıştılar. Yakında onlarda anne kızın en değerli anlarını paylaşmaya başlayacaklardı.

Bense yeniden çocuk oldum o odada. Herkesin gözlerinden kaçırdım gözlerimi, babamı izledim örnek almak için ve kısa cevaplar verdim tüm sorulara. Bugün annemle konuştum telefonda. “Merak etme iyiyim.” dedi. Yine çocuk olduğum için inandım hemen.

15 Mayıs 2012 Salı

Analı kızlı ilk anneler günü!


Bu Pazar anneler günüydü. Binimum ticarete dökülmüş özel günleri pek sevmeyen bendeniz konu anneler günü olunca yelkenleri suya fena halde indirmiş durumdaydım:) Geçen sene ben hamileyken de sevgilimle kutlamıştık ama bu sene daha da özeldi, analı kızlı ilk defa kutladık. 


Anne adaylarının, anne olmayı hayal edenlerin, annelerin ve başka çocuklara annelik edenlerin yani hepimizin günü kutlu olsun!


Nice senelere!


12 Mayıs 2012 Cumartesi

e-kitap kitaba karşı


Her kitap alışımda kararsızlıkta kalmaya başladım. Biliyorum kitap sever çoğunluk böyle bir karşılaştırmayı kabul bile etmiyor. “Kitap kokusu, sayfaların sesi…” bu konudaki en sık kullanılan argümanlar. Bir yandan da elektronikçiler “kitap kokusu parfümü çıktı” diye internet geyikleriyle romantik okuyucularla dalgalarını geçiyorlar. Tabletlerde e-ink, sayfa sesi, font seçimi, not alabilme ve alınan notları düzenleyebilme gibi seçeneklerle kafalardaki soru işaretlerini hergün azaltıyorlar. Zaten bu yazının konusunu Amerika’daki bloggerlar 5 yıl önce eskitmiş durumda. Amazon.com, e-kitap satışlarının basılı kitapları geçtiğini söyleyeli 2 yıl olacak neredeyse… 

Biz hala inatla basılı kitap almaya devam ediyoruz evimizde. Güzel bir kütüphanemiz olsun, Duru’ya da güzel bir raf ayıralım diye hayal kuruyoruz. 
Bir yandan da gereksiz geliyor. El kadar harddisklerin içine yüzlerce film sığmadan önce aldığımız DVD’lerin kapladığı rafların gereksizliği gibi, yıllarca biriktirdiğimiz kitaplarımızın evde kapladığı yer de gözümüze batacak mı bir gün? El kadar bir harddiskte koskoca bir çekmeceyi kaplayan fotoğraflarımızı, bir duvarı ayırdığımız DVD filmleri, kaset döneminden beri sakladığımız müziklerimizi ve tüm kitapları sığdırmamız mümkün. Yani bir oda büyüklüğünde alan boşaltabiliriz neredeyse. Çetin işler bunlar… Öyle bir günde geçilmiyor e-yaşama. Evde kaset çalarımız olmamasına rağmen atamadığımız kasetlerimizden de, işletme masterı yaparken gaza gelip aldığımız strateji-finans-pazarlama kitaplarımızdan da daha vazgeçebilmiş değiliz hala. 

Ama Duru’nun oyuncakları her geçen gün daha geniş alana yayılıyor. Sanırım bi günde olmasa da yavaş yavaş elektronik yaşama geçeceğiz bizde. Gerçi etrafımdaki 3-4 yaşındaki çocuklara bakınca Duru’nun oyuncakları da yakında bir tabletle yer değiştirecek ya… Hayırlısı!       
  

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Alkış

Anneannem hasta bugünlerde. İyice çocuklaştı hareketleri hastalıkla birlikte. Hep derler yaşlılar gittikçe çocuklaşır diye ama benim bunu ilk idrak etmem dedemin rahatsızlanmasıyla olmuştu. Yeni şeyleri öğrenmede zorluk yaşıyordu aynı bebekler gibi. Bazen aynı şeyi sayısını bilmediğimiz kadar tekrar etmemiz gerekiyordu onun için.


Unuttuğu için kısa dönemde yaşadığı şeyleri sürekli meraklı bir çocuk gibi sorguluyordu. Küçücük bir çocukken anneme nasıl herşeyi sabır ve özenle tek tek öğrettiyse annemin de ona aynı sabrı gösterdiğine şahit olmuştum. Yaşlılarla bebekleri çok benzetirim o yüzden birbirine. Aslında güzel olaydan geldim buralara. Dün sabahtan beri Duru alkış yapmayı öğrendi.
Bizim için küçük ama onun için büyük bir adım oldu. Alkış yaptığında çevredeki insanlara bakıp onlarında alkış yapmasını bekliyor ve kocaman bir gülümseme yayılıyor yüzüne.


Her yeni heyecanında ve öğrendiği şeyde yanında olmak istiyorum(z).
Büyüklerden duyduğumda çok arabesk gelirdi ama şimdi çok hoşuma gidiyor: Gülen yüzün hiç solmasın minnak kızım!

4 Mayıs 2012 Cuma

Eksik Fotoğraflar


Onlarca geziye gittik yurtiçinde, yurtdışında… Japonlar kadar olmasa da severiz fotoğrafla anı saklamayı. Ben pek yetenekli sayılmasam da Selcan iyidir de fotoğraf işinde. Şimdi dönüp bakıyoruz o seyahatlerin fotoğraflarına… 30 fotoğraf varsa en fazla ikisinde üçünde birlikteyiz. Onlarda genellikle yemek yediğimiz mekânda garsona çektirdiklerimiz… Tabi kusur büyük oranda bizde. Öncelikle bu kadar utangaç olacak ne var. Çevir yoldan birisini ‘hayır’ demezler ya. Ya da madem o kadar utangaçsın, üşenme tripod taşı zaman ayarlayıcıyla çek istediğin kadar fotoğraf. Onunla da kim uğraşır…




Neyse ki şimdi fotoğraflarımız genellikle iki kişilik. Duru ve Selcan, Duru ve Barış ve olmazsa olmazımız Duru ve Zema… Üç kişilik olanlar var. Duru, Selcan ve Zema... Çekirdek aile fotoğrafımızın çekilmesi için ya Zema’yı fotoğraf kursuna göndermemiz gerekiyor, ya da bizi ziyarete gelen eş dost akraba kim varsa fotoğraf makinesini eline tutuşturup rica etmek. O da biraz komik oluyor gerçi… “Kahveleri nasıl içersiniz? Bir de rica etsek bizim Duruyla fotoğrafımızı çeker misiniz?” Neyse bizim garipliklerimize herkes alışık…




3 Mayıs 2012 Perşembe

Duru ve gözlük

Bu yazı kimilerini şaşırtabilir. Çevremizde göz doktoruna gideceğimizi duyan çoğu insanı şaşırttı zira. Benimde aklımda yoktu 2,5-3 yaşından önce Duru'yu göz doktoruna götürmek ta ki Devletşah'tan Sufi'nin göz doktoru hikayesini dinleyene kadar. Küçük ve tatlı Sufi'nin 6.ayında yapılan tetkikler sonucu 7,5 numara hipermetrobu olduğu ortaya çıkmış. Annede ya da babada göz bozukluğu varsa çocukta çıkma riski çok yüksekmiş ve en ideal doktor kontrolü zamanı 6 ile 9 ay arasındaymış. Bunu duyar duymaz 7 derece miyobu olan bendeniz hemen kolları sıvayarak kuzu için bir randevu aldım. Dünya Göz Hastanesine Dr. Elvan Yalçın'a gittik.Bebeklerdeki göz bozuklukları ve şaşılık üzerine uzman bir doktor kendisi.


Önce kuzunun göz numarasının ölçümü için bir odaya alındık. Ben biraz panik olmuştum ta ki ölçüm aletini görene kadar, teknoloji bebeklerin hizmetinde resmen. Duru'nun 1 metre uzağında duran bayanın elindeki cihaza uzaktan bakmamız yeterli oldu ve şıp diye ölçüldü göz numaralarımız. Tüm kontrollerimiz yapıldıktan sonra bebeklerde istenilen düzeyde bir hipermetrobumuz olduğu yani gözlerimizin gayet sağlıklı olduğu ortaya çıktı. Nasıl rahat bir nefes aldım anlatamam! Ailesinde yani bebeğin aile geçmişinde göz bozukluğu varsa kesinlikle bu aylarda bu kritik kontrolü yaptırmanızı öneririm.


Numaralı gözlük takmayacak olsa da favorimiz hala başkalarının gözlükleri tabi az biraz gözümüze takmayı çokça da diş kaşıyıcı olarak kullanmayı seviyoruz. Varsın olsun!