20 Haziran 2013 Perşembe

Duru Hangi Takımı Tutacak Mevzusu



Eğer müstakbel anne baba farklı takımlar tutuyorlarsa daha anne karnında bebek iki kolundan çekiştirilmeye başlanır. Tabi babanın daha koyu, takımının maçlarının kaçırmayan bir taraftar olduğu durumlardan bahsetmiyorum. Orada işin içine “hüüüoooppp” diye bir nida girer ki kadın kısmı karşı tarafa göre daha aklıselim olduğu için ‘ne halin varsa gör’ diyerek mevzuyu kapatır. Biz de durum biraz daha garipti. Selcan, benim Fenerbahçeliliğimden daha koyu Galatasaray taraftarıydı. Ama benim de o kadar kolay pes etmeye niyetim yoktu tabi. FB şampiyon oldu, Selcan ikna oldu; şike davası çıktı, atışma yine başladı; kupa FB’de kaldı, UEFA elinden aldı falan derken sıkıldık biz. Hatta ben taraftar olmayı bırakın tüm spor branşlarından soğumaya başladım ki, beni tanıyanlar bilir bu durum yaradılışıma aykırı bir şey. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı... Yorumcusundan sıkıldım; yöneticisinden sıkıldım; süs bebeği, otogaleri sahibi futbolcuları gördükçe filozof Eric Cantona’yı özlediğimi farkettim. Koraç Kupası günlerinin Efes Pilsen’i, Dream Team’i yenemese bile zorlar diye abuk subuk iddialara bile girdim.

Endüstriye dönüştü spor. Sporcu olma hayalini kurmanın güzel tarafı “topçumu olacaksın başımıza” diyen babalara inat çekmece diplerinde spor ayakkabı parası biriktirmekmiş sanırım. Şimdiki babaların “sporda iyi para var” diye yetiştirdikleri çocukları “acaba Amerika’daki üniversiteden spor bursu alabilir miyim” hesapları yaptıklarından heveseri çabuk geçiyor. Sadece spor da değil yerlerde sürünen. Bizler de değiştik. Küçükken zayıf tarafı desteklerdik ailece, hatta bazen kendi takımıza karşı bile. 2-3 golden, basketbolda 15 sayıdan fazla fark açılırsa üzülmeye başlar, “atmasınlar daha fazla” derdik tribündeki ‘beş, beş’ çığlıklarına rağmen. Ne oldu neden değiştik bilmiyorum ama değiştik. Hep en güçlüyü tutmaya başladık. Futbolda Barcelona’yı, basketbolda Dream Team’i, Usain Bolt’u, Michael Phelps’i ... destekledik. Sanırım bu saçma ruh halinden de sıkıldım ben.  

Beni bu ruh halimden duvarda yazan bir mahlâs çıkardı. 1 Haziran’da iş çıkışında Beşiktaşın ara sokaklarına karışmaya karar vermiştim. Son 2-3 günün en çok konuşulan grubunun kurduğu barikatlardan birini bulmayı umut ediyordum. Daha çok ilerlemeden Selcan telefonla cumhurbaşkanının devreye girdiğini ve vapur iskelesinden Gezi Parkı’na yüşüyüşün başladığını söyledi. Bende ara sokaklardan çıkıp kalabalığa karıştım Çarşı’nın tezahüratlarıyla. Yürürken bir duvar üzerinde gördüm işte onun ismini. “Optik Başkan” yazıyordu. İnternet başına geçip okudukça özlediğim şeylere sahip çıkan birilerinin olduğunu farkettim. Digitürksüz, Maratonsuz günlerin futboluna sahip çıkan adamlar olduğunu gördüm. Şimdi kendimize yapıldığı gibi taraftar grubu olarak görülüp “çapulcu” denilen, bizlerden yıllar önce bu sıfatla övünmeye başlayanları tanıdım.

Onları neden mi sevdim? Beşiktaşın maçlarını kaçırdığı için  öğretmenliği bırakıp Ankara’dan İstanbul’a dönen, polise “Amirim, biz buraya 80 kişi geldik. 79 kişi dönmeyiz. Biz bunu yapamayız!” diyen Optik Başkan’ı unutmadıkları için, “semt namustur, verilmez” düsturuyla yola çıkıp herkesin yıldığı bir anda “kepçeyi ele geçirdik tomayı kovalıyoruz, ama zarar vermek için değil aramızdaki kadınları çocukları uzaklaştırabilmek için” diyebildikleri için...  



Saraybosna’da çalışırken Selcan’a sürpriz yaparak bir Cuma akşamı İstanbul’da karşısına dikilmiştim. Swissotel’de bir arkadaşının davet ettiği şık bir yemeğe gideceğini düşünerek tuzağıma düşmüştü. Otelin boğaz manzaralı odasında ikimiz için hazırlanan sofrada başbaşa yemek yiyecektik. Planı hazırlarken Bosna’daki mimar arkadaşım koyu Beşiktaşlı Cenk “güzel güzel, yemekten sonra odada Kartalın maçını da izlersiniz” diye dalgasını geçmişti. Ben pek ihtimal vermemiştim; Cuma akşamları daha az maç oynanıyor, bu işin deplasmanı da var, denk gelmeyiz diye düşünmüştüm ama geldik işte. İnönü Stadı’nın parlak ışıklarından boğaza dair bir şey görmek mümkün değildi. Olsun bizim keyfimiz yerindeydi. Cebimdeki küçük kutuyu ne zaman çıkarmalıyım diye kıvranıp dururken sanki bütün şehir bir ağız olmuş gibi bir ses yükseldi: “Haydi yeter, haydi. Tam zamanı şimdi.” Bu sefer de gülmemek için kıvranmaya başladım ve sonunda şaraptan bir yudum içip soruyu sordum: “Benimle evlenir misin?”

Ben onları hayatımın en heyecanlı anlarından birine neşeli bir anı kattıkları için sevdim ve Duru’da onları sevsin istiyorum. Beşiktaş’lı olsun kızım. Çok ihtimal vermiyorum ama hani olurya annesi itiraz ederse de “hüüüoooppp” diyeceğim, kararlıyım.     

Onlarla ilk yolumun kesiştiği hikayemi sona sakladım. Yedi sekiz yaşlarındaydım. Lig de ne zaman Beşiktaş Fenerbahçe'yi yense rahmetli dedem arar dalgasını geçerdi, el kadar çocuğu ağlattığı için de anneannemden fırça yerdi. Ah dede ah, o kadar erken gitmeseydin şimdi seni her akşam arar “Oturduğun yerden Beşiktaşlılık olmaz. Bak ben Abbasağa’dayım. İki haftada senden daha sıkı Beşiktaşlı oldum” diye kızdırırdım...


6 Haziran 2013 Perşembe

Bebek Hafızası


Duru kızım biz ‘büyüdün, kocaman abla oldun’ desek de hala büyüdüğünde hatırlayamayacağın yaşamının ilk 3 yıllık dönemi içindesin. Buna literatürde bebeklik amnezisi deniyormuş. Ben de bugün öğrendim.

Eğer ki hatırlasaydın, akşamları hayatının ilk sivil direnişi içinde pencere önünde tevcereye kaşıkla vurarak annene eşlik ettiğini hatırlardın. Oradan koşup ışıkları yakıp kapatan babandan nöbeti devraldığını hatırlardın.

31 Mayıs’ta evde farklı bir hareketlilik olduğunu, annenle babanın ilk defa sana banyonu bile yaptırmadan evden çıktığını hatırlardın.

Her akşam seninle çocuk gibi oyunlar oynayan annenin durgunluğunu; bilgisayar ekranına bakan tedirgin, kızgın ama bir yandan da umut dolu bakışlarını hatırlardın. 

1 Haziran’da evimizin yakınındaki parka alışılmışın dışında bomboş sokaklardan geçerek gittiğini; daha sonra babanın elinde toz maskesi gözünde deniz gözlükleriyle uzaylı gibi ama bir o kadar da neşeli, bayram havasında gelişini; annenin yüzündeki rahatlamış ifadeyi hatırlardın.

Çantaların diplerinden çıkan yarım limonları, sirkeli bezleri, beyaz spreyleri, sokakta üzerimizden geçen senin çok sevdiğin bizim pek sevmediğimiz  helikopterleri ve evde tekrarladığımız Çarşı tezahüratlarını hatırlardın.

Sen bunları okurken hala google var mı? Varsa oraya büyük harflerle “DİREN GEZİ PARKI” yaz ve oku güzel kızım. Taksim’i, Gündoğdu’yu, Kızılay’ı, Rize’yi, Hatay’ı, Adana’yı oku. Açılan fotoğraflara bak. Kırmızı elbiseli dimdik genç kadının, karanlığa doğru gitar çalan genç adamın, ok gibi gelen suya kollarını açan kızın fotoğraflarını gör. Sonra gidip o ağaçların altına uzan sen de. Hala oradalar...